28 Haziran 2011 Salı

Bende her zaman bir doğululuk var


Son albümü 'İnsanlık Halleri'ni bahane ederek buluştuk Teoman'la. Konuşurken de albümün hakkını verdik, insanlığın hallerinden hallerine savrulduk. Kendi isteğiyle gittiği Kur'an kursunu, İsmet Özel sevdasını, 1 Mayıs'a bakışını, faşizm-Marksizm eleştirilerini dinlerken anladık ki Teoman epey dolmuş!

“Kusura bakma geciktim” diyor içeri girince, “Berbere gittim de...” Eli, saçına ve sinekkaydı tıraşına gidiyor, ‘Nasıl olmuşum?’ der gibi değil ama, gerçekten berbere uğradığını gösterir gibi. Menajeri Funda Sanlıman’ın ofisinde oturup son yarım saattir sırtında ‘İnsanlık Halleri’ yazan dosyaya daldığımdan belki, ağzımdan çıkıveriyor, “İnsanlık hali...” Üstünde beyaz bir tişört ve mavi kot var, güneş gözlüğü tişörtün yakasına asılmış. Hiç 42 değil, en fazla 30’ların başında gibi görünüyor. Kahvaltısını sadece iki buçuk dakikada bir parça simit, bir parça eski kaşar, iki dilim domates ve zeytinle yapıyor. Çayını daha yarılamadan “Hadi içeri geçelim” diyor, “Sigara içeriz rahatça.” Deri koltuğa gömülüp anlatmaya başlıyor, “Annemle yemek yiyeceğim, beni iyi görsün istedim, tıraş oldum. Anneler Günü’nde gidemedim, gerçi aradım, geziyordu kendisi ama... Bugün affettireyim kendimi.”

“Ne hediye aldınız?”
“Hediye almadım çünkü ne alırsam alayım beğenmeyecek. Para harcamamı da istemiyor, benim için para biriktiriyor. Bana geçen diyor ki, ‘Oğlum 10 bin lira biriktirdim, sana ev alalım. (Gülüyor) Evlendi şimdi, bunca yıldan sonra... Damadımız da çok iyi bir insan. Çok kibar bir adam. O yaştan sonra insanlar başka bir şey için evleniyor, bilirsin. Bir arkadaş, yanında olacak biri olsun istiyor. Eve köpek alamayacağı için evleniyor. Benim de hoşuma gitti ama, yalnız değil en azından, içim rahat. O kadar tatlılar ki bir de, her gün el eleler.” Teoman, sekizinci stüdyo albümü ‘İnsanlık Halleri’nin dinginliğini yerleştirmiş bakışlarına, oturuyor koltukta.

Söyleşi saatini sabah isteyince şaşırdım, öğlene kadar uyurmuşsunuz gibi geldi.
Yok, erken kalkarım zaten ama bugün de çok işim var. Buradan çıkınca toplantım var prodüktörle, tonmaysterle falan. İşte, annemle de yemek... İyi bir ekibiniz olunca çok da yorulmazsınız zaten. Şimdi yeni bir ekip kuruyorum kendime, eski ekibi kovdum olduğu gibi. Kafamı bozanlarla çalışmak istemedim.

Takıntılı mısınız?
Evet ama eskisi kadar değil. Yani spor salonunda ortada dolanan bir adamın bir hareketine de takılabilirsiniz ama bunu kontrol etmek lazım. Ama takarım tabii, iş meselesinde, sonucun iyi olmasını istediğim için takarım. Eskiden günde en az üç adamla kavga ederdim ama artık sakinleştim.

Albümde de var o sakinlik havası, çıkışı yaza geldi ama yaz sonu hüznü var...
Evet, çünkü şarkıları yaz sonunda yaptım. (Gülüyor) Ya, artık öyle ki, şarkı yapabilme konusunda çok geliştim. İlk albümüme bakarsak mesela, öyle acemiydim ki, hiçbir şey bilmiyormuşum o zamanlar. Mix’ler falan hiç istediğim gibi olmamıştı ama şimdi bunları yapabilme, düşünebilme, istediğim gibi olana kadar bekleme şansım var.

Diğer albümleriniz kötü müydü?
Değildi ama işte sizin için ortaya para koymuş insanlar var, onlar da sizden bir şey bekliyor. Yani, ‘17’ albümümdeki gibi bir ‘Paramparça’ yok bu albümde ya da ‘İki Yabancı’ gibi... Mesela ‘Renkli Rüyalar Oteli’nde tek tek iyi şarkılar vardı ama bütüne baktığında birbirleriyle o kadar da iyi durmuyorlardı. Ben de biliyorum bir işi nasıl yaparsan beğenileceğini, piyasanın kurallarını ya da insanların nelere ilgi göstereceğini. Bu çok kolay. Bu dediklerim tüm üretilenler için geçerli; sinema, kitap, müzik... Ama bir nüans var arada. Adam samimiyse piyasa kurallarına göre bile olsa yaptığı iş, bana kötü gelmiyor. Mesela Çağan’ın (Irmak) filmleri gibi. Adam, evet, biliyor nasıl bir hikâyenin sevileceğini ama bunun için onu suçlayamazsınız. Çünkü gerçekten kalbini koyarak yaptığı belli. Popüler sinema örneği, içinde klişeler de var ama o çocuk iyi çocuk. Ben tanımıyorum kendisini, uzaktan izliyorum, okuyorum ama hissediyorum o çocuğun ne hissettiğini.

‘Issız Adam’ı beğendiniz mi?
Sıkılmadan izlediğim filmler benim için okeydir. Evet, yani ben çeksem o hikâyeyi öyle çekmezdim tabii. ‘Babam ve Oğlum’u çeksem de o kadar derine inmezdim, müziği dayamazdım. Ama sahte bir şey yok onun yaptıklarında, görüyorum. O çocuk sinemacı çocuk. O konuyla ilgili benim de fikirlerim var ve tam olarak Çağan’ın anlattığı resimle örtüşmüyor ama beğendim. Yalnızca adama, Alper karakterine gıcık oldum. Adam sığ geldi bana, arkadaşım olsun istemezdim. Kız çok tatlıydı ama. Alper karakterinin yerinde ben olsaydım, Ada beni bırakmazdı. Ben onu bıraksaydım, Ada beni bırakmazdı.

Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
Biliyorum işte.

Genelde bırakamıyorlar mı sizi?
Bırakmazlar ama ben de bırakmam. Yani arayıp sormasam da onlar vardır. 15 sene önceki sevgilim gece ihtiyacı olduğunda beni arar, yeni sevgilisini değil. Ben de yardım ederim. Vefa değil ama bu başka bir şey. Vefa mı kaldı zaten? Ben ilkokul arkadaşıma vefa duyarım ama barda geçen hafta tanıştığım birine nasıl duyayım? Zamana ihtiyaç var bu duyguları hissetmek için, bir şeyler yaşamak lazım ama bundan sonra zor canım, çok zor...
(Uzun bir sessizlik oluyor, Teoman iyice gömüldüğü koltukta doğrulup peş peşe yaktığı sigaraların sonuncusunu söndürürken “Hadi çay içelim” diyor. Çay, cam ama ince belli olmayan bir bardakta gelince, “Ben de bunlarla içemiyorum, illa ince belli olacak” diyor ama değiştirilmesini de istemiyor. Sonra anlatıyor...)
Bende her zaman bir Doğululuk var. Batılı falan değilim. Tamam, o kültürle büyüdüm ama ben buralıyım. Buranın dokuları, tatları kanıma işlemiş. Çayımı ince bellide içerim. İşte berberim Ali, 20 yıldır aynı adama tıraş olurum. Küçücük çocuktu, çıraktı, şimdi usta oldu. Yani geleneklerimi sürdürmeyi severim. Ama yemek konusunu pek incelemem. Zaten yemeği hep geçiştiriyorum. Masam bile yok. Mutfak tezgâhında yiyorum. Hazır şeyler alıp mikrodalgada ısıtıyorum. Bazen arkadaşlar yemeğe çağırıyor, o zaman iyi oluyor kalabalıkla ama genelde evde, öyle takılıyorum işte. Keyfim yoksa dışarı da çıkmıyorum. Beni dışarıda bir mekânda hüzünlü göremezsin, kötü hissediyorsam çıkmam.

O Doğulu tarafta din ya da tasavvuf damarı da var mı?
Var. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm ve burada öleceğim. Burada, çocukken kulağıma çalınan tüm sesler de içimde. Küçükken Kur’an kursuna gittim diyorum, adam bana gülüyor. Ama gittim, kimse git demedi, ben istedim. Ama gel de bunu anlat.

Ahmet Erhan şiirini bestelemek de böyle bir açıklama yapma zorunluluğu doğurdu sanırım.
Ya, evet. Ben Ahmet Erhan’ın kalbinin durduğu yeri seviyorum. Sizin gazeteye bir Ahmet Erhan söyleşisi yapmıştım. Orada söylediği her şeyin altına imzamı atarım. Söyleşi teklifi gidince “Teoman yapsın” demiş, o kadar mutlu oldum ki. Geldi, evde takıldık. Ben ‘Oğul’ şiirini bestelerken tanıştım onunla, çok da iyi anlaştık. Severiz de birbirimizi. O bana ters bir yerde değil. Mesela İsmet Özel, bana ters bir yerde. Daha geçen gün bir röportajını okudum, adam İslam tarafından da uçup gitmiş, daha Türk tarafına gelmiş. Ama değerli bir kalem, Ezra Pound da faşistti ama...

Orada ayrımı nasıl yapıyorsunuz? Çok beğendiğiniz bir adam bir gün saçma sapan bir şey söylüyor ya da yapıyor ve önceden yaptığı değerli işler değersizleşiyor mu?
Adam çok iyi bir şairdir, yazardır ve pedofildir. O noktada bir şey diyemezsin. Çünkü adam hastadır, bilirsin. Ama faşizm deyince, bilmiyorum. Yani şöyle bir şey de diyebilirim, “Ya, o adam faşist ama seviyorum.” Bu da olabilir. Ama öyle bir şey dersem benden mantıklı argümanlar beklersin, söylesem de ikna olmazsın falan. İsmet Özel mesela, Sivas katliamı sonrasında benim kalbimi kıran açıklamalar yapmıştır ama ben bu adamı uzaktan uzağa seviyorum, ne yapayım? Okuyorum. Şimdi berberde haberleri izliyoruz, Ali diyor ki, “Şu Tayyip Erdoğan yatsın kalksın Baykal’a dua etsin. Bütün başarısının sırrı Baykal!” (Gülüyor) E, haklı. Zaten ne çıkarsa böyle berberde, takside falan çıkıyor.

Geçen 1 Mayıs’ta bindiğim taksiciden pek de iyi bir fikir çıkmadı ama. Eylemden dönen öğrencilere bakıp, “Bunlar işçi mi? Bunların ne işi var İşçi Bayramı’nda?” dedi. İşçi Bayramı’nı kutlamak için illa mavi tulumlar giymiş olmak mı gerekiyor?
Bak ama adam bir yerde haklı. Sen emekçinin hakkı diyorsun, kalkıp dönercinin camını indiriyorsun! Bu nasıl bir hak savunması? 1 Mayıs’a sen, yüzünü örtüp, eline molotofkokteyli alıp gidiyorsan orada bir hata yok mu? Tamam, anarşistlerin, işçinin yanında yer alması fena bir şey değil ama benim bu konuyla ilgili başka başka dertlerim de var. Ben zaten Taksim inadını da anlamıyorum. Yani anlıyorum işte 1977 yılı, orada duygusal şeyler var ama ısrarı anlamıyorum. Sen hâlâ sınıf çatışmasından, sömürü düzeninden söz ediyorsun, işte o ideolojiyle çözüm arıyorsun. Ne oldu, o taşı attın da ne oldu? Sen salağın teki oldun, adam da ekmek parasından... O taşı attın diye birdenbire sendikal haklar mı değişti? Tek parametren Marksizm. Okey, ona da eyvallah, 150 yıllık bir ideolojidir, pek çok şeyi çözmeyi denemiştir, başarılı da olmuştur ama kardeşim senin orada kurtarmaya çalıştığın adam gidip BBP’ye oy veriyor. Yani bence kendi işine bakmak lazım, ay ay...

Ne yapmak lazım peki? Yöntem ne olmalı?
Ya, bence bazı inatları kırmak lazım. Mesela Doğu’da kız çocukları okullar karma olduğu için okula gönderilmiyormuş. O zaman karma okul olmasın orada kardeşim. Bunu söylediğin zaman daha ‘ilerici’ olduğunu düşünen birileri çıkıp olur mu öyle şey diyor. Kızla erkek illa yan yana okuyacak diyor. E olmuyor işte ama ne yapacağız? Önemli olan kızların okula gitmesiyse al işte çözüm. Her şey devrimle çözülmez ki... Zaten devrim ne zaman bir işe yaramış? Herkes iki dakika efendi olsun. Bana söylediğin şeyle yaptığın şey arasında bir tutarlılık olsun. ‘Sömürü’ derken cümlen bitmeden dönercinin camını indirme.

Siz hiç eylemlere katılmaz mıydınız?
Katılmazdım. Ben kim dayak yerse onun tarafındayım aslında. Mesela bir gün Boğaziçi Üniversitesi’ndeyken Bolşevik kantini dediğimiz kantinde oturuyoruz, birtakım adamlar geldi, çocukları dövdüler. Öğrendik ki onlar da başka bir okulun solcuları, pankartlarını mı ne indirmişler... E bu durumda neyin tarafını tutacaksın ki? Ben zaten birileriyle birlikte olmayı hiç sevmem, seni hep utandırırlar. Abi yoksullar için bir şey yapıyoruz derler, gidip bir Mercedes’i çizerler.

Siz ne yapıyorsunuz? Şarkılarla dünyayı değiştiriyor musunuz?
Ben şuna inanıyorum ki, ben dürüst bir adamım ve bir sürü insana da ekmek kazandırıyorum. Kişilik olarak sözümün eri birisiyim. Piyasada olan bütün kötü şeyleri düşünün, bende hiçbiri yok. Kelek atmam. Çok büyük bir turnemiz vardı mesela, tüm Türkiye’de 6 bin kişi çalışmış o turne için, düşünsene. Bir sürü insan para kazanmış.

Müzisyen olmasaydınız...
Gazeteci olabilirdim.

Köşe yazarı mı?
Benden asla köşe yazarı olmaz. Köşe yazarlarına bakıyorum da, hepsi üç ay sonra değişiyor. Başlarken iyi ama sonra hep ‘ben’ demeye başlıyor. Gevezeleşiyorsun bir de köşe yazarı olunca. ‘Bilmem ne sergisine gittim’i falan yazıyor. Bana ne? Yani tamam ben ilgilenebilirim ama okura ne? Bir de medya dünyası çok kaypak. Eskiden okuduğum bir sürü gazeteciyi tanıştıktan sonra okumamaya başladım. Keşke hiç tanışmasaydım diyorum. Bu adam böyle miymiş hakikaten diyorum.

Hangi gazeteleri okuyorsunuz?
Radikal, Taraf, Yeni Şafak. Köşe yazarlarından da Gökhan Özgün’ü severdim. Haşmet Babaoğlu’nu severim. Öyle kibar adamları severim. Ben de kibar bir adamım. Sekiz senelik kız arkadaşım dedi ki, “Çok ters huyunu gördüm ama bana bir kere bile sesini yükseltmedin.” Yükseltmem. Benim de tepemin tası atar tabii, atmaz olur mu, ama kıyamam.

Bir söyleşide, “Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ projesi için bir albüm yapsak keşke” demişsiniz. Var mı böyle bir proje?
Türkiye’de sanatçıların bir araya gelip de bir işi becermesi o kadar zor ki... İşte en fazla Firuzağa kahvede oturup konuşuyorlar. Ben dedim ki orada, ya bu çok iyi bir proje keşke birileri çıkıp ne bileyim bir punk’çı falan, ‘Masumiyet Müzesi’nin açılış tarihinde çıkacak bir albüm yapsa. Kitaptan esinlenmiş. Ya da sanatçılar toplanıp yapsa böyle bir şeyi ama zor. Ben Rashit’le birlikte sahneye çıktığımda ‘Ne alaka?’ dediler. Nasıl ne alaka kardeşim, dünyanın bütün kentlerinde türler arası işler yapılırken... Herkes birbirinden ilham alıyor, bizde yok maalesef.

Elif Türkölmez
16.05.2009
Radikal Cumartesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder