29 Haziran 2011 Çarşamba

Ah Angela ne fark eder, hayat sana güzel


The Walkmen o akşam Babylon'a gelenlere bas bas bağırdı: En iyisini yaptım, en iyisini yaptım... Biz de cevapladık: En iyisini yaptın, en iyisini yaptın...


Babylon sezon kapanışını Twin Shadow ve The Walkmen’le yaptı. Dominik Cumhuriyetti asıllı Brooklyn’li müzisyen George Lewis Jr.’ın projesi Twin Shadow hiç de öyle ‘ön grup’, ‘özel konuk’ gibi değil, dört başı mamur, yıllanmış, kendini ıspatlamış bir ekip gibi ağırlandı. Dinleyiciler, The Walkmen’in sahne alacağı saati beklemeden, vakit daha 22.00 olmadan, giriş ve balkondaki yerlerini aldı. Biz, Twin Shadow’un 22.30’da çıkacağını bilenler bakkala bira almaya gittik. Yarım saate Tünel’de güzel bir yürüyüş, ikişer bira sığdı. Kârımız zinde bir kafa, konsere hazır, huzurlu bir bünye oldu.

Twin Shadow’un ‘kayıtsız tavırlı’, ‘freak saçlı’ (kendi tanımı) solisti George Lewis Jr. “Merhaba İstanbul” dediğinde salonda kaç kişi varsa The Walkmen’in ‘keten pantolon/deri ceketli’, ‘cool duruşlu’ solisti Hamilton Leithauser sahneye atlayıp mikrofon tıktıklamaya ve ‘bundan ses gelmiyor’ minvalinde el kol yapmaya başladığında da o kadar kişi vardı.

Twin Shadow daha çok yeni bir ekip. Umut vaat ediyorlar ama olmalarına daha vakit var. Bunu hem Lewis Jr.’ın patavatsızlıklarından hem de hamlığı sadece ‘gibi yapma’ kısmını besleyen müziklerinden anlıyoruz. Oysa hamlık mizahı, enerjiyi ya da eğlenceyi de besleyebilir. Yalnız, Wynne Bennett klavyede çok iyiydi. Hele o, patavatsız Lewis Jr. “Wynne şimdi size bir şey söyleyecek” diye atladığında, utana sıkıla, kırık bozuk “Iyakkşmlağ” demesi, diyebilmesi… Umarım Lewis Jr. kuliste Bennett’in tekmelerine, çimdiklerine filan maruz kalmıştır.
Twin Shadow iyiydi güzeldi de The Walkmen’le birlikte çalabilmeleri bence lütuftu. Zaten onlar da bunun farkında olmalı. Her şarkı sonrasında “The Walkmen’e bayılıyoruz. Onlarla aynı gece çalmak gurur verici” filan deyip durdular. O da yetmedi, balkona çıkıp hemen dibimizden The Walkmen’e alkış tuttular.

New Yorklu ekip, The Walkmen, tam saatinde, 23.30’da sahnede. Açılışı On The Water’la yaptı, hemen devamında acı ve coşku seli Angela Surf City geldi. En büyük tezahürat da bu şarkının oldu. Leithauser’in performansı görülmeye değerdi. Gırtlağı mı yırtılır, kafası mı patlar, umrunda değil. Hava kurşun gibi ağır, bağır bağır bağırıyor...

Ekip her zamanki gibi hem ‘cool’, hem ‘sıcak’. Deri ceketler içine keten gömlekler giyilmiş. “Dışımız ağır abi, içimiz çocuğunu parka götüren baba kıvamında…” takılıyorlar. In The New Year, ardından Blues As Your Blood ve tam zamanı Canadian Girl. You&Me albümüyle terlediğimiz, terletildiğimiz vakitler geliyor akla. Victory, While I Shovel The Snow, All Hands And The Cook, Woe Is Me, The Rat, Juveniles ardından, en sevdiğim albümlerinden ‘Everyone Who Pretended To Like Me Is Gone'dan Blizzard Of ’96 ve We’ve Been Had geliyor…

Leithauser her zamanki gibi, ne yapacağını hep biliyor. Deri ceketi ve keten pantolonuyla geçerken uğramış gibi ama asla hazırlıksız değil. Şarkılara bu kadar hâkim olabilmesine şaşkınım. Söylerken, mikrofonun metal tadını dilinde hissettiğine eminim. Tepiniyor, terliyor ve tek tek yüzümüze bakıyor. Aklıma, bir söyleşisinde şöyle dediği geliyor: Bugüne kadar dahil olduğum tüm müzik gruplarında şarkı söyledim. Şöyle olurdu: Evet, kim söyleyecek şarkıları diye sorardım ve kimse istemezdi. Buna o kadar şaşırırdım ki anlatamam. Çünkü ben şarkı söylemeyi çok severdim ve herkesin, ‘ben ben ben’ diye ortaya atılacağını sanırdım. Neyse ki kimse istemezdi, mikrofon bana kalırdı.
Gitarist Paul Maroon o gece orada olanlardan biraz uzak gibi. Aklı bir yerde, birinde sanki. Askerden yeni dönmüş de, ortama adapte olamamış gibi duruyor. Saçlarını kısacık kestirmiş diye mi, yüzünü yerden kaldırmadı diye mi bilmiyorum ama sanki gözleri filan doluyordu gibi geldi bana. Halbuki grubun en neşeli adamıdır, kahkahayı ilk o atar.

Bas gitarist Walter Martin’i izlerken, konserden önce Nazlı Erdol’la yaptığı söyleşide ‘Modern Türkiye hakkında bildiklerim gazetelerde okuduklarım ve Orhan Pamuk kitaplarından öğrendiklerimden ibaret” sözü geliyor aklıma. Kafamdaki Amerika, Paul Auster kitaplarından ve New York Times’dan okuduklarımdan ibaret değil neyse ki. İlla kıyaslayacağım, illa öfkeleneceğim, bir üçüncü dünya vatandaşı olarak…

O sırada yanımda az önce sahnede cânım Bennet’i utandırdığında içimden, “Bak yaa” diye kızdığım Lewis Jr. bitiyor. “Saçların” diyorum, “Çok çılgın değil mi?” diye tamamlıyor. “Yok, ben başka bir şey diyecektim aslında…” diyorum, dinlemiyor bile. Kendisinden daha iyi bilemem tabii. Çılgınsa çılgındır. Aynı gün Radikal’de çıkan, Onur Büber’le yaptığı röportajından söz ediyorum. Görmemiş. “Size siyah Morissey diyorlar’ diye sorulduğunda, ‘Bana göre de Morrissey, George Lewis Jr.’ın beyaz versiyonu’ demişsin” diyorum. “Aa, öyle mi demişim, hiç hatırlamıyorum. Ama çok güzel demişim” diyor. Gülümseyerek uzaklaşıyor. Arkasından bakamıyorum zira tam o sırada Leithauser şöyle bağırıyor, sanki sadece benim kulağıma: We've been had, you say it's over. Sometimes i'm just happy i'm older. We've been had i know it's over. Somehow it got easy to laugh out loud... “Olan olmuş, olacak olan olmuştur” manasında…
“Olan oldu, çok da güzel oldu” diyorum içimden.

Elif Türkölmez
23.05.2011
Radikal Hayat

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder