29 Haziran 2011 Çarşamba

'Biliyorsun, ben iyi değilim'



İlk değil. Soundcheck’e saatler kala ‘gelemeyecek, yatak döşek yatıyor’ haberi anons edilen bir Paris konseri, civardaki pub’lardan birinde kafayı koymuş uyurken bulunduğu ve tek şarkı söyleyip sahneyi terk ettiği bir Londra konseri var. 2007’de Bournemouth International Centre’daki konserini iptal etmiş ve 500 bin pound kaybetmişti. Los Angeles konserine erkek arkadaşı Alex Jones-Donelly’den ayrıldığı için, Essex’teki V Festival’e ‘hava kötü olduğu için’, Island Records’un 50. yıl kutlamalarınaysa ‘canı sıkıldığı için’ katılmamıştı. Liste uzun, ayrıntılar benzer. Amy Winehouse bu uzun listeye İstanbul ve Atina’yı da dahil etti. Dün yapılması planlanan İstanbul ve yarınki Atina konserleri iptal.

Sevgilisiyle İstanbul’da...
Önceki akşam organizasyon ekibi Pozitif’ten, gelen açıklamada, “Amy Winehouse, şu anda gösterebileceği performansın en iyisi olmadığına ve bu süreç içinde dinlenmesi gerektiğine kanaat getirerek İstanbul’dan evine dönme kararı almıştır” deniliyordu. Şaşırmadık, üzüldük, arkadaşımıza üzülür gibi…
Winehouse, cumartesi gecesi 04.30’da özel bir uçakla İstanbul’a indi. Şu, ortalıkta bir buçuk saat boyunca mırıldanarak dolaştığı Belgrad konserinin hemen ardından. Sarhoş. Vurmuş kafayı yatmış. Ertesi sabah ses yok. Odasından çıkmamış. Menajeri öğlen saatlerine kadar, konsere çıkacak, bir şeyi yok, deyip durmuş. Akşama doğru, umudu kesmiş, bu şekilde çıkamaz, konser verecek durumda değil, demiş. İstanbul konserini organize eden Pozitif yetkilileri de aynı kanaatte olduğu için konseri iptal etmeye karar verip hemen açıklamayı yapmışlar. Akşam, Londra’dan sevgilisi Reg Traviss gelmiş. Yönetmen Traviss, Winehouse’un tüm rehabilitasyon sürecinde yanındaydı, en büyük destekçilerinden olmuştu zaten. Winehouse sevgilisiyle birlikte birkaç gün daha İstanbul’da kalmaya, biraz dinlenmeye karar vermiş. Üzgün ve yorgunmuş...
Aslında kendisi konsere çıkmak istemiş, en azından Belgrad’daki kadar idare edebileceğini düşünmüş. Ama menajeri ve ekibi, Belgrad konserinden sonra kendilerine yöneltilen suçlamalara, “Farkında değil misiniz kadının kötü olduğunun” eleştirilerine yenileri eklenmesin diye inisiyatif almış. Farkındalar, işkembe çorbasıyla, şöyle orta şekerli sert bir Türk kahvesiyle geçiverecek bir şey değil.
Bu arada şarkıcının basın sözcüsü Tracey Miller, Winehouse’un tedavisi sürerken turneye çıkarıldığı iddiaları hakkında “Tedavisi bitmişti” diyor. Londra’ya dönünce tekrar rehabilitasyona gireceğini söylüyor.
Avrupa turnesi kapsamında, bir sonraki konseri 8 Temmuz’da İspanya Bilbao’da. Bu konserin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğiyle ilgili bir açıklama yok. İstanbul konserinin biletleriyse Biletix üzerinden iade edilebilecek, müsterih olun. Bir de 13 Ağustos’ta Sziget’te çıkması planlanıyor. Aklınızda olsun... Bir de Amy’nin yaptığına ‘saygısızlık’ demeyelim, hepimiz ‘sarhoş’ idare etmesini bilir, ‘sarhoş’ken idare edilmeyi bekleriz.

Elif Türkölmez
21.06.2011
Radikal Hayat

Ah Angela ne fark eder, hayat sana güzel


The Walkmen o akşam Babylon'a gelenlere bas bas bağırdı: En iyisini yaptım, en iyisini yaptım... Biz de cevapladık: En iyisini yaptın, en iyisini yaptın...


Babylon sezon kapanışını Twin Shadow ve The Walkmen’le yaptı. Dominik Cumhuriyetti asıllı Brooklyn’li müzisyen George Lewis Jr.’ın projesi Twin Shadow hiç de öyle ‘ön grup’, ‘özel konuk’ gibi değil, dört başı mamur, yıllanmış, kendini ıspatlamış bir ekip gibi ağırlandı. Dinleyiciler, The Walkmen’in sahne alacağı saati beklemeden, vakit daha 22.00 olmadan, giriş ve balkondaki yerlerini aldı. Biz, Twin Shadow’un 22.30’da çıkacağını bilenler bakkala bira almaya gittik. Yarım saate Tünel’de güzel bir yürüyüş, ikişer bira sığdı. Kârımız zinde bir kafa, konsere hazır, huzurlu bir bünye oldu.

Twin Shadow’un ‘kayıtsız tavırlı’, ‘freak saçlı’ (kendi tanımı) solisti George Lewis Jr. “Merhaba İstanbul” dediğinde salonda kaç kişi varsa The Walkmen’in ‘keten pantolon/deri ceketli’, ‘cool duruşlu’ solisti Hamilton Leithauser sahneye atlayıp mikrofon tıktıklamaya ve ‘bundan ses gelmiyor’ minvalinde el kol yapmaya başladığında da o kadar kişi vardı.

Twin Shadow daha çok yeni bir ekip. Umut vaat ediyorlar ama olmalarına daha vakit var. Bunu hem Lewis Jr.’ın patavatsızlıklarından hem de hamlığı sadece ‘gibi yapma’ kısmını besleyen müziklerinden anlıyoruz. Oysa hamlık mizahı, enerjiyi ya da eğlenceyi de besleyebilir. Yalnız, Wynne Bennett klavyede çok iyiydi. Hele o, patavatsız Lewis Jr. “Wynne şimdi size bir şey söyleyecek” diye atladığında, utana sıkıla, kırık bozuk “Iyakkşmlağ” demesi, diyebilmesi… Umarım Lewis Jr. kuliste Bennett’in tekmelerine, çimdiklerine filan maruz kalmıştır.
Twin Shadow iyiydi güzeldi de The Walkmen’le birlikte çalabilmeleri bence lütuftu. Zaten onlar da bunun farkında olmalı. Her şarkı sonrasında “The Walkmen’e bayılıyoruz. Onlarla aynı gece çalmak gurur verici” filan deyip durdular. O da yetmedi, balkona çıkıp hemen dibimizden The Walkmen’e alkış tuttular.

New Yorklu ekip, The Walkmen, tam saatinde, 23.30’da sahnede. Açılışı On The Water’la yaptı, hemen devamında acı ve coşku seli Angela Surf City geldi. En büyük tezahürat da bu şarkının oldu. Leithauser’in performansı görülmeye değerdi. Gırtlağı mı yırtılır, kafası mı patlar, umrunda değil. Hava kurşun gibi ağır, bağır bağır bağırıyor...

Ekip her zamanki gibi hem ‘cool’, hem ‘sıcak’. Deri ceketler içine keten gömlekler giyilmiş. “Dışımız ağır abi, içimiz çocuğunu parka götüren baba kıvamında…” takılıyorlar. In The New Year, ardından Blues As Your Blood ve tam zamanı Canadian Girl. You&Me albümüyle terlediğimiz, terletildiğimiz vakitler geliyor akla. Victory, While I Shovel The Snow, All Hands And The Cook, Woe Is Me, The Rat, Juveniles ardından, en sevdiğim albümlerinden ‘Everyone Who Pretended To Like Me Is Gone'dan Blizzard Of ’96 ve We’ve Been Had geliyor…

Leithauser her zamanki gibi, ne yapacağını hep biliyor. Deri ceketi ve keten pantolonuyla geçerken uğramış gibi ama asla hazırlıksız değil. Şarkılara bu kadar hâkim olabilmesine şaşkınım. Söylerken, mikrofonun metal tadını dilinde hissettiğine eminim. Tepiniyor, terliyor ve tek tek yüzümüze bakıyor. Aklıma, bir söyleşisinde şöyle dediği geliyor: Bugüne kadar dahil olduğum tüm müzik gruplarında şarkı söyledim. Şöyle olurdu: Evet, kim söyleyecek şarkıları diye sorardım ve kimse istemezdi. Buna o kadar şaşırırdım ki anlatamam. Çünkü ben şarkı söylemeyi çok severdim ve herkesin, ‘ben ben ben’ diye ortaya atılacağını sanırdım. Neyse ki kimse istemezdi, mikrofon bana kalırdı.
Gitarist Paul Maroon o gece orada olanlardan biraz uzak gibi. Aklı bir yerde, birinde sanki. Askerden yeni dönmüş de, ortama adapte olamamış gibi duruyor. Saçlarını kısacık kestirmiş diye mi, yüzünü yerden kaldırmadı diye mi bilmiyorum ama sanki gözleri filan doluyordu gibi geldi bana. Halbuki grubun en neşeli adamıdır, kahkahayı ilk o atar.

Bas gitarist Walter Martin’i izlerken, konserden önce Nazlı Erdol’la yaptığı söyleşide ‘Modern Türkiye hakkında bildiklerim gazetelerde okuduklarım ve Orhan Pamuk kitaplarından öğrendiklerimden ibaret” sözü geliyor aklıma. Kafamdaki Amerika, Paul Auster kitaplarından ve New York Times’dan okuduklarımdan ibaret değil neyse ki. İlla kıyaslayacağım, illa öfkeleneceğim, bir üçüncü dünya vatandaşı olarak…

O sırada yanımda az önce sahnede cânım Bennet’i utandırdığında içimden, “Bak yaa” diye kızdığım Lewis Jr. bitiyor. “Saçların” diyorum, “Çok çılgın değil mi?” diye tamamlıyor. “Yok, ben başka bir şey diyecektim aslında…” diyorum, dinlemiyor bile. Kendisinden daha iyi bilemem tabii. Çılgınsa çılgındır. Aynı gün Radikal’de çıkan, Onur Büber’le yaptığı röportajından söz ediyorum. Görmemiş. “Size siyah Morissey diyorlar’ diye sorulduğunda, ‘Bana göre de Morrissey, George Lewis Jr.’ın beyaz versiyonu’ demişsin” diyorum. “Aa, öyle mi demişim, hiç hatırlamıyorum. Ama çok güzel demişim” diyor. Gülümseyerek uzaklaşıyor. Arkasından bakamıyorum zira tam o sırada Leithauser şöyle bağırıyor, sanki sadece benim kulağıma: We've been had, you say it's over. Sometimes i'm just happy i'm older. We've been had i know it's over. Somehow it got easy to laugh out loud... “Olan olmuş, olacak olan olmuştur” manasında…
“Olan oldu, çok da güzel oldu” diyorum içimden.

Elif Türkölmez
23.05.2011
Radikal Hayat

Beyefendiler, ihya edip gittiler



İnterpol, beklendiği gibi üzerlerine ütülü ceketlerini çekmiş vaziyette, tam vaktinde sahnede. Paul Banks, ‘Im a good guy’ diye giriyor söze, yani açılış şarkısı Success. Daha ilk şarkıdan setlistte büyük sürpriz olmayacağını anlıyoruz. Ama canları sağolsun, ne çalsalar tavız. New York’lu ekip ilk kez İstanbul’da. Malum vuslat sarktıkça heyecan büyür; o yüzden hepsi olduklarından daha yakışıklı, ses olduğundan daha iyi, ortam olduğundan daha limonata bana… Hem konser sırasında hem sonrasında duyduğum şikayetleri fark etmemiş olmaktan mutluyum.
Yoksa zor iş; ses sistemine, önündeki kızın zıpladıkça ayağına ayağına basmasına, yanındakinin mütemadiyen konuşmasına, ısınan biraya takmamak… Gönül istiyor ki o kız ayağına basmasın, biran sen yerinden ayrılmadan tazelensin ama açık havada ve ayakta izlenen her konserin kaderi bunlardan nasiplenmek. Ortamdan huylanıp, “Konser kötüydü” diyenleri Umut Sarıkaya’nın her eve lazım karakteri Aytek’e yönlendiriyoruz: Gitmeyin, kasetten dinleyin, aynı şey… Ses kısıktı. Ama bu ‘daha iyi’ duymamızı da sağladı. Adamlar sahnede ‘cool’du, ama zaten bunu biliyorduk, o hallerine vurulmuştuk. Yerlerinden kımıldamamaları ‘eğlenmiyor’ olduklarını göstermez, gayet ‘neşelilerdi’. “Bir daha geleceğiz” dediklerine göre bu konser, bize olduğu gibi onlara da yetmedi.
Setlist’te çoğu şarkının İnterpol’ün en çok sevilen ilk dönemlerinden olması iyi oldu, daha çok kişi eşlik etti. Yeni şarkılar çalınırken ortaya çıkan gerilimli sessizlik anları azdı. Success’i, Say Hello To The Angels takip etti. Narc, Hands Away ve Barricade çalındı. Leif Eriksson sürpriz oldu. The New, C’mere, Lights, Evil, NYC, Memory Serves ve Slow Hands gibi klasiklerle kapanış yapıldı. Biste Untitled geldi ilk. Ardından bir diğer sürpriz Take You On a Cruise, Not Even Jail ve kapanışta bir İnterpol güzelliği olarak Obstacle 1.
Şarkılarda pek değişiklik yapmadan tıkır tıkır çaldılar, ceketlerinin ütüsü bozulmadan gittiler. Yani beyefendiler geldiler, çaldılar, söylediler, bizi müzikle ihya ettiler.

Elif Türkölmez
03.06.2011
Radikal Hayat

Müziğimize 'işkence caz' diyorlar


Herkes başka bir şey diyor, siz nasıl tanımlıyorsunuz yaptığınız müziği?
Evet, onlarca farklı tanım var yaptığımız müzikle ilgili. İçlerinde en sevdiğim ve hatırladıkça güldüğümse şu: İşkence caz. Yapan kişi olarak benim tarif etmem bile çok güç ama şöyle bir şey diyebilirim sanırım. Olabildiğince geniş kaynaklardan beslenen ve organik olarak gelişen bir tür. Bununla birlikte kesin olarak tanımlanabileceğini de düşünmüyorum.

Müziğinizin sinema ve fotoğrafla ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
Güzel sanatlarda okudum. Sinema ve fotoğraf iki büyük ilgi alanımdı. Ve bunlar doğal olarak müziğime de sirayet etti. Sabit ya da hareketli her türlü görüntü benim için müziğe çok yakın şeylerdir. Bir şarkı yazarken sanki bir senaryo üzerine çalışıyormuş gibi hissederim. Ham görüntüyü severim, işlenmiş olanı değil.


Bir akşam tam müzik çalarımda sizin ‘Breathe’ adlı şarkınız dönerken, bir kömür madeninde patlama yaşandığını ve onlarca işçinin orada mahsur kaldığını öğrenmiştim. O an, o insanlar için dua ederken, adı ‘Nefes’ olan sizin bu şarkınız bana güç vermişti. Gerçekten şu an bir şarkının bir insana ne yapabileceğini çok iyi anladım.

Sesler doğanın bir parçasıymış gibi. O enstrümanlarla caz ya da elektronika yapılabilecekken siz yoldan sapıp fırtına ve dalga sesi yapıyormuşsunuz gibi.
Aslında ben daha kente ait bir şey yaptığımızı düşünüyorum.

Sözler ne kadar önemli?
Sözler en az müzik kadar önemli. ‘To Build A Home’ gibi bir şarkıyı yazmak mesela, benim için tam bir meydan okumaydı. Onu yazdığım zaman geleneksel şarkı sözü yazarlığı konusunda önemli bir yol kat ettiğimi düşünmüştüm. Yani sözler çok çok önemli.

Elif Türkölmez
21.05.2011
Radikal Hayat

Müsterih olun, Açık Radyo var


‘Yıllardır her sabah ilk duyduğum ses sizin sesiniz.’ diyorum. “Eyvah!” diyor Ömer Madra gülümseyerek, tüm mütevazı haliyle. Ama ben eminim, esas ‘eyvah’lık durum, benim gibi binlerce kişi için, bir sabah kalkıp o sesi duymamak olurdu. Esas ‘eyvah’lık durum, son 15 yıldır, memleketin havasını değiştiren Açık Radyo’nun susması olurdu.
Sadece bir radyo olmanın ötesinde, aynı zamanda bir fikir paylaşım platformu oluşuyla, ana akım medyanın ezbere dilini kıran, onu aşan yayıncılık anlayışıyla Açık Radyo, kâr amacı gütmeden, ticari kaygı taşımadan bağımsız bir şekilde yoluna devam etmeye çalışıyor. Bir ‘topluluk radyosu’ olma fikriyle yayın hayatına başlayan Açık Radyo bu anlamda ancak ve ancak dinleyicilerinin desteğiyle ayakta kalıyor, yayınlarını sürdürebiliyor. Yani Açık Radyo, dinleyicisiyle yaşıyor. İşte bu sebepten, her yıl baharla birlikte radyonun Elmadağ’da bulunan stüdyosunun koridorlarına da bir canlılık geliyor, telefonlar susmuyor, kapılar kapanmıyor. Çünkü dokuz gün sürecek bir şenlik başlıyor.

Dinleyiciler stüdyoda
Destek projesine, başka bir deyişle ‘Açık Radyo Şenliği’ne her yıl, Uğur Yücel, Şebnem İşigüzel, İlker Aksum, Harun Tekin, Bağış Erten, Arto Tunçboyacıyan, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu gibi, isimlerini buraya sığdıramayacağımız kadar çok sanatçı destek veriyor. Ve tabii radyonun dinleyicileri de stüdyoya giriyor; yanlarında getirdikleri müzikleri çalıp, fikirlerini paylaşıyor. Dinleyici destek projesi, radyonun susmaması için hep çok önemliydi ama bu yılki önemi daha da büyük. Radyonun da içinde bulunduğu, Üftade Sokak’taki han, butik otele dönüşeceği için Açık Radyo’nun kısa bir zaman içinde taşınması gerekiyor. Bunun için de radyonun bu yıl daha çok desteğe ihtiyacı var. Bu dokuz gün içinde gelecek destekler, radyonun taşınacağı evin peşinatını verebilmek için elzem. Açık Radyo’ya destek, bir programa sponsor olmak için 0 212 343 41 41’i arayabilir, acikradyo.com.tr’yi tıklayabilirsiniz.

AÇIK RADYO GİBİ BİR SÖYLEŞİ

Ömer Madra’yla destek projesi üzerine söyleşmek için buluştuk ama Madra’nın sohbeti o kadar ilham verici ve derin ki, sonuçta bizimki ‘Açık Radyo hakkında değil Açık Radyo gibi’ bir sohbet oldu. Hasbıhalden notlar:
Bu yılki destek projesinin bir teması var, dünyada olup bitenlerle ilişkili de olarak ‘dayanışma’ teması üzerine programlar yapılacak. Biz, Açık Radyo dinleyicisinin, bu radyoya sahip çıkma motivasyonunun da ‘dayanışma’ olduğunu düşünüyoruz. Medyada, dayanışma kavramıyla ilgili büyük bir yanılgı var. Ben insanların dayanışma ruhunu hiçbir zaman kaybetmediklerine, felaketlerde de özellikle tekrar hatırladıklarına inanıyorum.
Sosyal medyanın artık çok önemli olduğuna inanıyorum. Geleceğin medyası onlar olacak tabii ki ama ben bir medyanın, başka bir medya yüzünden biteceğine inanmıyorum. Bir medya kanalını bitiren yine kendisidir. Yaptığı yayıncılık, içeriktir. Gazete ya da televizyon, Twitter ya da Facebook yüzünden bitmez, içeriğini yenileyemediği için biter.
Açık Radyo’nun dinleyicileriyle çok güçlü bir bağı var. Biz bir topluluk radyosuyuz. Topluluk radyosu kavramı bizde bilinmeyen bir kavram. Açık Radyo, dinleyicisiyle birlikte yaşayan, onların desteğiyle varolan bir radyo. Hiçbir ticari kaygısı yok.
Bazen dinleyicilerimizle yolda karşılaşıyoruz. Çok güzel anlar yaşanıyor. Mesela bir keresinde, daha sonra buraya gelip yayınlarımıza da katılan, dostumuz olan, taksici Memiş Kütük beni Harbiye’de yolda gördü. Arabayı resmen yolun içinde bıraktı, yanıma kadar geldi. “Müsterih olun, dinliyoruz.” dedi ve gitti. Böyle anlarda insan bu işi neden yaptığını anlıyor. Lafa bakar mısın, “Müsterih olun, dinliyoruz".

Elif Türkölmez
21.03.2011
Radikal Hayat

Düşünen şarkılar ve tatlı adam Necip


‘Sosyal sorumluluk şarkısı’ deyince aklıma ilk olarak, İbrahim Tatlıses’in ‘Bu ne beton, bu ne motor böyle’ diye gırtlak yaptığı, Ajda Pekkan’ın ‘Su plastik şişede, neden kimya akar nehirlere’ gibi abuk bir dizeyle katkıda bulunduğu, ‘Sev Dünyayı’ adlı şarkı geldiği için, bu tip projelerden korkuyorum. İnsan, malum, bir şarkı tarafından azarlanmak istemiyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin Bilim İlaç işbirliğiyle hazırladığı ‘Düşünen Şarkılar’ adlı albümü görünce de hissiyatım bu yönde oldu. Ama sonra, kartonetinde biraz vakit geçirince hoşlanmaya, ‘Necip’ adlı şarkıyı dinleyinceyse sevmeye başladım.
Dokuz şarkıdan oluşan albüm, hastanede kalan kişiler tarafından yapılmış şarkılardan oluşuyor. Bazısının bestesi de onlara ait. Bazılarıysa albüm aşamasında bestelenmiş. Şarkıları seslendirenler arasında Teoman, Mercan&Rashit, Ahmet Özhan gibi sanatçılarla, hastaları bire bir tanıyan doktorlar var. Albümün satışından elde edilecek gelir, hastanede kalanların ‘rehabilitasyonu’ için kullanılacak. Albümün ‘başka türlü’ şarkısı ‘Necip’i seslendiren Teoman’a bağlandık, projeyi ve ‘tatlı adam Necip’i konuştuk.

Nasıl katıldınız bu projeye?
Bir sosyal sorumluluk projesiydi, ben de düşünmeden kabul ettim aslında. Ama sonrasında, özellikle şarkının sözlerine bayıldım, sıcacıktı. Hem hafif hem de hüzünlüydü, çok gerçek duyuluyordu. Zevkle söyledim.

’Necip’, gerçek bir ‘Teoman şarkısı’ gibi duruyor. Siz de ilk okuduğunuzda hissettiniz mi bunu?
Hemen. Albümde eser sahiplerinin isimleri de kısaltmalı olarak verilmiş ve şöyle detaylarla sunulmuş; Söz- müzik: 22. servisten u. b. mesela. Demek ki, 22. servisten o arkadaşla aynı ruh grubundanız.

Necip’le ve u.b ile tanıştınız mı?
Tanışmadım, belki böylesi daha güzel. 22. servisten u. b. ile mesafeli ama güzel bir ilişkimiz olmuş oldu. Çok beğeniyorum yazdığı sözleri ve şarkıdaki arkadaşlık temasını.

Albümdeki diğer şarkılar içinde de hikâyesini beğendiğiniz oldu mu?
Evet ama ben ‘Necip’çi’yim. ‘Dolaşırsın sahillerde, yapayalnız hayalinle. Coşarsın müzik sesiyle, bir volkmenle...’ Tatlı adammış Necip.

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gören kişiler hakkında ne dersiniz? Akıl hastalarının ‘kapatılmaları’ hakkında ne düşünüyorsunuz?
Akıl hastaneleriyle ilgili pek pozitif değilim teoride elbette. Toplum dediğimiz bu şey de; bir ‘normallik’ tanımı üzerinden, insanlar üzerinde tahakküm kuruyor, can sıkıcı. Ama başka çaresi de yok gibi görünüyor, en azından kurulu bu düzen içerisinde. Temennimiz, isteğimiz, hastalara mümkün olan en yüksek ihtimam derecesiyle bakılması olabilir. Zor hayatları, daha da zorlaşmasın diye.

‘Necip’i yeni albümünüze de almayı düşünür müsünüz?
Hayır. Çünkü o şarkı, o albüm konsepti içinde çok daha güzel. Ve şarkıda benim ‘Teoman’ durumum çok öne çıkmamalı. Şarkıyı zedelemesin diye.

Necip
Hayat çok güzel Necip
Kimsen olmasa bile
Yalnız kalsan da yine
Mutlu ol yine sen Necip beni dinle

Dolaşırsın sahillerde yapayalnız hayalinle
Coşarsın müzik sesiyle bir volkmenle
Dünyaya geldiğine pişman olma elbette
Beni dinle Necip

Erken yatar uyursun
Sığınırsın gecelere
Yalnız hayallerinle
Düşlersin geleceğini
Bazen mutsuz bakarsın gözlerinle

Dolaşırsın sahillerde yapayalnız hayalinle
Coşarsın müzik sesiyle bir volkmenle
Dünyaya geldiğine pişman olma elbette
Beni dinle Necip

Elif Türkölmez
11.04.2011
Radikal Hayat

Şekerin acısı, terin kanlısı


İspanyol asıllı Fransız şarkıcı Manu Chao, yanına davulcusuyla gitaristini alıp Babylon'a geldi, sahnede kelimenin gerçek anlamıyla 'kan ter içinde' kaldı


Taksim meydanında YSK protestosu, zihinde gündemin absürtlüğüne şaşkın tilkiler olmasa, ortam çok rahat ‘Londra’. Nisanın sonu, gürül gürül yağmur yağıyor. Cadde boyunca karşılaştığım her tanıdığa, başka bir tanıdığın ismini vererek, onunla buluşmaya gittiğimi söylüyorum. Çünkü o gece Manu Chao konserine gidebilmek, kıtlıkta şeker fabrikasına girebilmek gibi bir şey. ‘Şanslı azınlık’ olmak berbat, şekerin tadı acı.
Babylon’un önünde beynelmilel bir kalabalık toplanmış. Bilet bulma telaşındaki son dakikacılar, karaborsacılarla buluşma derdinde. Gözümün önünde aylık maaşımın yarısını bilete veren uzun boylu adam peşi sıra bir keyif sigarası yakıyor. Az önce sattığı biletin parasını cüzdanına koyan genç kadının yüzü gülüyor. Manu Chao, Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçük bir faydacı iktisat dalgası yaratıyor. Bu dalgada kazananlar da kaybedenler de mutlu gibi görünüyor ama biletini satanlardan birinin, “Şimdi eve gider, dinleriz” dediğini duyuyorum. Arkadaşından ziyade kendini avutuyor.

Kapının önünde mini konser
Kapının önünde iki müzisyen, içeri giremeyenler için Manu Chao şarkıları çalıyor. Çok başarılı değiller ama, fikir iyi. Yandaki şık restoran dururken, işgal evi mutfağına katkı olsun diye soğuk bezelye püresi yemek gibi. Durup epey dinliyorum. Dilde sirke var ama hissiyat bal.
Kapıdan girince Chao’nun ekibinden birkaç kişinin rozet, tişört, poster filan sattığı standla karşılaşıyorum. İki rozet beş lira. Bilet için yaşanan can pazarını düşününce bu ikisi beş liraya giden sarılı, kırmızılı, yeşilli rozetler gözüme daha bir sevimli görünüyor. Üzerinde yıldızlar filan olan ve boyuna kimlik mimlik asmak için kullanılan iplerden alıyorum. Yemekhanede turnikeye kart okuturken anı olur.
Manu Chao, başında her zaman taktığı kepi, yaka bağır açık sahneye dalıyor. Tabii ondan önce kır saçlı karizmatik gitarist Philippe Teboul ve konseri kesinlikle ‘götüren adam’ davulcu Madjid Fahem görünüyor. Mekânın, bu konseri izlemek isteyen sayısıyla orantısız olarak küçük olması eleştirilmiş, ekip buraya sığmaz denmişti. Oysa tam da böyle ‘mikro’ bir şey planlanmış. Seyirciyle iç içe olmak, bir odada çalıyor gibi hissetmek için. Amaç buymuş, sonuç da buna uygun olmuş.

‘Göğsüme vura vura...’
Manu Chao konser boyunca, biz ‘arka sıradakiler’ ve balkondakiler hariç herkese dokundu. Seyirciyle teri, hatta kanı karıştı. Hiç durmadan çaldı, beş kere bis yaptı, sesi kısılmadı, enerjisi düşmedi. ‘Merci İstanbûl, bonsoir İstanbûl’ demekten yorulmadı. Hatta, bu konser İstanbul’da konser vermiş bir şarkıcının şehrin adını en fazla andığı konser filan olabilir, araştırılsın. Chao çok coşkulu ve hızlı bir adam. Yıllar geçtikçe enerjisi düşeceğine artıyor, yaşlanacağına gençleşiyor. Bu enerjiyle mikrofonu böğrüne vura vura tempo tutmaya başlayınca, göğsünü patlattı, ‘kan ter içinde’ kaldı diye yazacaktım zaten, kelimenin tam anlamıyla beni yalancı çıkarmadı.
Bir buçuk saate yakın sahnede kaldı. Seyirci ‘Politik Kills’ diye bağırmaktan yorgun ve Chao’ya ‘Clandestino’ çekmekten mutluydu.
‘Şanslı azınlık’ olmak berbat dedik, hakikaten öyle. Konserin öncesinde de sonrasında da, orada olanların ‘orada olmayı hak etmediğiyle’ ilgili eleştiriler yapıldı. Ama orada olanların, tabii ki, orada olmayanlar kadar orada olma hakkı var. Eyvah, Kayahan şarkısı gibi oldu ama hakikaten öyle. O bilete o kadar parayı veren insanın bunu sırf parası olduğu için yapmış olduğunu sanmıyorum. Mevzuyu orada kilitlememek lazım. Kaldı ki dinleyici, en az Manu Chao ve ekibi kadar iyiydi. Şarkıların tamamını ezbere söyleyen, konserin ritmini iyi götüren, senkronu titretmeyen sıkı bir dinleyiciydi.
Chao, konserin başında davulun önüne Ahmet Şık ve Nedim Şener için özgürlük çağrısında bulunan bir tişört astı. Büyük alkış aldı. Soran çok oldu, o yüzden söyleyeyim: Hayır, YSK ile ilgili bir şey söylemedi. Her şeye de o yetişemez ki!

Elif Türkölmez
20.04.2011
Radikal Hayat

Yamuk bir gülüş gibi



Punk kraliçesi Patti Smith'in '2010 National Book Award'lı kitabı 'Just Kids/Çoluk Çocuk' Türkçe'de. Smith'in iyi bir 'hikâye anlatıcısı' olduğunu gösteren kitap bir aşk öyküsü olarak başlayıp bir ağıt gibi sona eriyor


Kara saçlı sıska bir genç kadın, yamuk gülüşlü, bukleli bir oğlana rastlıyor yolda. Sanki dünyanın en doğal şeyi buymuş gibi, yürüyüp gidiyorlar. Kadın Baudelaire’inkine benzeyen eski paltosunu, oğlanın koyun derisi yeleğinin yanına asıyor ve başlıyor ona hikâyeler anlatmaya…
Punk rock kraliçesi Patti Smith’in, görünüşte fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe’la yaşadığı aşk öyküsünü anlatmaya giriştiği ama zamanla, 60’ların sonu 70’lerin başında New York’taki sanat çevreleri, yoksul insanlar, uyuşturucu, aşk ve bohem hayat üzerine bir güzellemeye dönüşen hikâyesi Just Kids/Çoluk Çocuk Türkçe’de. Gündelik hayatın ritminden başka bir tonda, adeta mırıldanan kitapta Smith özetle: Biz, fenalıkların içinde birbirine gözkulak olan iki güzel çocuktuk, montlarımızı yanyana asıyorduk, diyor.
Smith ve Mapplethorpe’un ‘sanatçı’ olmak için çabaladıkları, New York’taki küçük dairelerinde kısıtlı bütçelerini denkleştirerek kahve içip çörek tırtıkladıkları zamanlar. Ellerinde, ikisi için de epey yıpratıcı olabilen yeteneklerinden başka hiçbir şey yok. Ama çok eminler, yapıtlarının gelecekte, milyonlara ulaşacağından, istedikleri kadar bira içip sinemaya gidebileceklerinden. Smith ve Mapplethorpe’un öyküsünü kitaptaki şu cümle iyi özetliyor: Ayrı yollara gittik ancak birbirimize yürüyüş mesafesindeydik. Birbirinden habersiz, hep aynı şeyleri düşünenlerin hikayesi... İlham verici, insanın yürüyüşünü değiştirici bir aşk ve dönem öyküsü…

Kitaptan…

Yiğit Değer Bengi’nin Türkçeleştirdiği kitap,
Domingo tarafından yayımlandı.
…yaşlıca bir çift önümüzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu, heyecanla elimi sıktı. “Hadi, fotoğraflarını çek,” dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. “Sanatçılar galiba.” “Hadi canım,” dedi adam, omuz silkerek. “Çoluk çocuk bunlar”.

Elif Türkölmez
03.11.2011
Radikal Hayat

Tarantino ve fıstığa sığınmak



Dirseklerini mutfak tezgahının ‘kalebodurlarına’ dayamış beni izliyor. Benden uzun süre ses çıkmayınca da kuruntulanıp soruyor: Nasıl, güzel olmuş mu? Suratıma, ‘takılıyorum haa’ havası verip, “Güzel olmuş da…” diyorum. “Bu kadar fıstığı dök benim üstüme, ben de güzel olurum.”
Masanın üzerine yığılmış CD’lerden kapağıyla dikkat celbeden, belli ki fıstığı bol, bir albümü seçip dinlemeye başlıyorum. Orta yerinden bir kılıç yarası geçen karton kapakta şöyle yazıyor: The Ultimate Tribute To Quentin Tarantino / Tarantino Experience. İçimden gülüyorum. Fıstığa sığınan biri daha… Benim de mesela üzerine basınca, Meiko Kaji’den The Flower of Carnage çalan bir düğmem olsa, ben de daha dramatik görünürüm. Karlar yağar tepemden.
‘Siz bu soundtrack işini çok önemsiyorsunuz değil mi? Sanki dersiniz o sahne, o şarkıya klip diye çekilmiş. İnanır mısınız cuk oturuyor, ne iş?” diye soran muhabire Tarantino dürüstçe açıklamıştı bir zaman: Valla aslında ben o sahneyi yazarken başka bir müzik düşünmüş oluyorum ama telif sorunu filan çıkınca mecburen değiştiriyoruz. Dürüstçe yanıtlamış, helal olsun. Ama mesela şundan hiç bahsetmemiş, “O şarkı olmasaydı o sahne öyle olmazdı” dememiş. Evet, film müziği filmi destekler, sahneyi daha dramatik filan kılar hatta bazen o müzik olmasa pek çok şey eksik kalır ama soundtrack albümü filmin bu kadar da önüne geçiyorsa Tarantino’nun şapkayı önüne koyup biraz düşünmesi gerekmez mi?
Jackie Brown, Pulp Fiction, Kill Bill, Death Proof gibi filmlerle sadece sinema değil, cep telefonu melodisini sık değiştirmeyi sevenlerin de gözdesi haline gelen (Neydi o cep telefonlarında Twisted Nerve çılgınlığı) Quentin Tarantino’nun filmlerinde kullandığı müziklerden oluşan toplama iki albüm Artist Müzik etiketiyle raflarda. Fıstığın kendisini severim derseniz, haberiniz olsun.
Albümlerde Nancy Sinatra’dan Bang Bang (My Baby Shot Me Down), Chirs Farlowe’dan Paint It Black, Jonny Cash’den I Walk The Line, Urge Overkill’den Girl, You´ll Be A Woman Soon, The Grass Roots’dan Midnight Confessions, Billia Davis’den I Want You To Be My Baby’ye kadar Tarantino filmlerinin unutulmaz sahnelerinin unutlmaz müzikleri mevcut. Ama tabii telifi ödenmiş, izni alınmış, ‘temiz’ şarkılar bunlar. Tarantino’dan rica etsem, o aklına ilk gelen ama telifini alamadıklarından bana bir alternatif playlist yapsa? Merak ediyorum çünkü o zaman ‘Tarantino deneyimi’ denilen şey nasıl olacaktı? Neyse, nasıl olsa zaman kırılırdı...


Elif Türkölmez
24.01.2011
Radikal Hayat

Şarap sesli Berberi


Kıpırdadıkları her an mânâlı bir şey söyleyecekmiş gibi duran ince dudaklarını nar çiçeği rengine boyamış. Müzikle birlikte ha bire kıvrılıp bükülen, dalgalanıp durulan güzel ellerinin tırnaklarını da. Kollarındaki mavi, kırmızı, yeşil boncuklu bilezikler memleketi Fas’ın Kuribga şehrinden. Duruşundaki soğukkanlı halse göğü gri, sokağı sisli Paris’ten. Sade bir kadın Hindi Zahra. Metrodan inmiş de, kolunun altına sıkıştırdığı bagetiyle eve yürürken mırıldanıyormuş gibi şarkı söylüyor koca koca sahnelerde.

Kulağında Ümmü Gülsüm

1979 Kuribga doğumlu. Kuribga, Fas’ın güneyinde küçük bir kent. Yani Zahra bir Berberi. Müziğin, müzisyenin eksik olmadığı bir evde büyüyor. Asker bir baba ve ev hanımı bir anne. Ama ev daima müzikle ilgilenen ahbaplarla kaynıyor. Hindi Zahra, Ümmü Gülsüm’ü ya da Mısırlı diva Rimitti’yi dinleye dinleye uyuyakalıyor. Yani, iyi müzik Zahra’nın kulağına daha bebeklikten çalınıyor.
Okumak için 18 yaşında Paris’e taşınan Zahra, okulu bırakıp Louvre Müzesi’nde çalışmaya başlıyor. Paris’teki sanat ortamı içinde müzisyenlerle tanışan ve yavaş yavaş kulüplerde sahne almaya başlayan Zahra, Afrikalı ve Amerikalı caz sanatçılarıyla blues, caz ve folk söylemeye başlıyor. Ama gönlü her zaman rock’ta kalıyor. “Albümün türü hakkında illa bir şey söylemek gerekirse blues diyebiliriz. Ancak içimde ukde kaldı; bundan sonraki albümlerde daha fazla elektrogitar ve ritim olacak. Ritmi çok seviyorum, şarkıda davul sesi duymaya bayılıyorum. Elektrogitarsa en sevdiğim müzik aleti” diyor. Berberice, Arapça, Fransızca ve İngilizce konuşan Zahra şarkılarınıysa her dilden söylüyor.
Türkiye’de ‘Beautiful Tango’ parçasıyla ismini duyuran Zahra, albümünü her şeyiyle kendisi hazırlıyor. “Mutfağa girip yemek yapmak gibi. Malzemeleri hazırlıyorum, doğruyorum, pişiriyorum ve size sunuyorum.” The Wire tarafından ‘yeni Billie Holiday’ olarak tanımlanan şarkıcı, geçtiğimiz Akbank Caz festivalinde İstanbullu dinleyiciyi mestetmişti. Bu sefer İstanbul’da iki gece, Ankara’da da bir gece olmak üzere toplam üç konser verecek. “Şarkılarımı aşk için söylüyorum” diyen şarap sesli Berberi’yle kendinden geçme vaktidir.

Devrime hip hop desteği


Faslı hip hop sanatçısı Master Mimz 'Back down Mubarak' adlı bir şarkı yaptı. Şarkıyı dünya radyolarında ilk kez Açık Radyo çaldı. Devrime hip hop desteği atan Master Mimz'e bağlandım...

Bu şarkıyı yapmaya nasıl karar verdiniz?
Mısır’da protestolar başladığında bir şey yapmam gerektiğini düşündüm ve bu şarkıyı yaptım. İlk başta yayımlamaya çekindim. Olaylar geliştikçe Mısır halkının sesini duyurmak ve gençlerin konuya bakışını yansıtmak konusunda sorumluluk hissetmeye başladım. Bazıları Facebook profil fotoğrafını değiştirdi, kimisi duvarına bir şeyler yazdı . Ben de bildiğim işi yapıp bu şarkıyı yazdım. Şarkının sadece Mısırlı değil Tunuslu devrimci gençlerin de enerjisini yansıtmasını istedim. Bu yüzden Ludacris’in ‘Number One Spot’ adlı ‘beat’lerini kullandım.

Ortadoğu’da yaşananlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunun çok uzun süredir devam eden bir süreç olduğunu düşünüyorum. Son iki haftadır izlediklerimiz tamamen insani içgüdüden kaynaklanıyor. Her yaştan, cinsiyetten, inançtan ve meslekten insan, ihtiyaçlarının karşılanması için isyan ediyor. Kaybetmeye, eğitimli ve zeki oldukları halde işsiz olmaya, bir ülkeleri olduğu halde başka ülkelere göç etmek zorunda kalmaya, ülkelerinin üçüncü, beşinci, bilmem ne diye derecelendirilmesine isyan ediyorlar. Bu halk politikacılarına çok şans verdi. Ama artık bu sesi duymazlıktan gelemeyiz. Bugün sıçramak ve yükselmek için çok önemli bir gün.

Fas kökenli olarak bu coğrafyada olanlara karşı hissiyatınız nedir?
Bizler eğitimli ve deneyimli insanlarız. Bu ülkelerde yaşayan insanların çoğu yurtdışında eğitim görüyor, interneti kullanıyor yani cahil filan değiller. Olaylara farklı açılardan bakmak, yaşananları her yönüyle değerlendirmek gibi refleksleri var. Batının sandığı gibi, cahil, içedönük ve tembel değiller. Özellikle gençlerin muhteşem bir enerji ve dönüştürme gücü var. Risk almaktan çekinmiyorlar. Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını söylemek üzücü ama durum budur. Bu yüzden de istediğimizi alana dek mücadele ederiz. İstediğimiz de daha özgür ve daha adil bir sosyal düzen. Önemli olan şu ki, ben Londra’da yaşayan bir Faslıyım ve bugün olanlar hakkında mesela Türkiye’de benimle aynı duyguları paylaşan kişilerle konuşabiliyorum. Bence bu Mısır’da olanların neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Ortadoğu’da kadınların Batı ülkelerine göre geri kaldığı, sokakla ilişkisi olmadığı düşünülür. Mısır’da gördük ki kadınlar bu devrimin öncüsü…
Bu devrimi Mısırlı erkekler, kadınlar, çocuklar birlikte yapıyor. Bence tüm devrimlerde kadınlar hep ön saflardadır. Çünkü çok cesurlar, zorluklardan yılmıyorlar. Tunuslu ve Mısırlı kadınlar hepimize ilham verdi. Yüzlerine bakınca acıyı ve tutkuyu görebiliyorsunuz.

’Back down Mubarak’ adlı şarkınızı dünyada ilk çalan radyo Türkiye’den Açık Radyo oldu değil mi?
İstanbulda yaşayan bir arkadaşım şarkıyı Facebook’ta paylaşmış. Açık Radyo’dan birisi de bu videoyu görmüş ve radyoda çalmış. Türkiye benim için çok özel çünkü şarkıyı radyoda ilk çalan ülke oldu ve bir anda çok iyi tepkiler aldım. Ayrıca Türkiye’den sevdiğim pek çok müzisyen var. Arkadaşım Ceza, Bandista ve Pinhani’yi dinletti. Çok sevdim. Cartel’in ne dediğini anlamasam da ritim ve sound’unu çok severim.

Master Mimz kimdir?
Myriam Bouchentouf, namı diğer Master Mimz, 1985 Kazablanka doğumlu. 2 Pac, Nirvana, Amr Diab, Daft Punk, Madonna ve Fugees dinleyerek büyümüş. Tarkan dinlediği bir dönem de olmuş. Ailesi dışarı çıkmasına pek izin vermediği için konserlere gidemezmiş. “Evden okula okuldan eve” diye tanımlıyor ilk gençliğini. O da kaçışı müzikte bulmuş. 18 yaşına gelince Montreal’e taşınmış. Söz Master Mimz’de: “McGill Üniversitesi’nde okudum. Orada farklı kültürlerden insanlarla tanıştım ve dünyaya bakışım değişti. Okuldan sonra eğitimime devam etmek için Londra’ya taşındım. Londra’da bir gece arkadaşımla hip hop ve rap çalan bir karaoke bara gittik. Jay-Z’nin ‘Big Pimpin’ini söyledim ve herkes çok sevdi. O ana kadar rap söyleyebildiğimi filan bilmiyordum. Benim için de sürpriz oldu. Sonra sık sık o kulübe gittim ve orada şarkı söyledim. İnsanlar beni önce o kulüpte tanıdılar. Sonra sokakta, metroda... Bir anda Londra’da tanınan bir rap yıldızı oldum. Rap dünyasında bir kadın olarak varolmanın zor olacağını düşünürdüm ama zorlanmadım. Başlangıçta rap yaptığımı ailemden ve arkadaşlarımdan sakladım. Rap’in kötü bir imajı vardı sanki. Kasım 2010’da yapımcı Sterling Reigns beni dinlemiş ve stilimi beğenmiş. Birlikte bir single kaydettik. 17 Şubat’ta iTunes’ta olacak. Adı ‘I C U (Rub Off)’. Bu yıl bir albüm çıkarmayı planlıyoruz. Faslı bir rap7çinin Londra ya da Amerika’da kabul görmesi çok anlamlı. Sosyal medya sayesinde bugün hayaller daha kolay gerçekleşiyor sanki.

Elif Türkölmez
10.02.2011
Radikal Hayat

Sesi kısarsanız müziği duyamazsınız


Post Dial bu gece Bronx Pi’de. Konser öncesinde elektronik/punk ikilisi Yiğit Bülbül ve Sinan Tınar’a bağlandım.

Sizin için “Sesi kısalım, videoları izleyip yazılanları okuyup nasıl müzik yaptıklarını anlayabiliriz.” deseler bozulur musunuz? Mesela Beatles için böyle bir şey söylenemezdi zamanında. Acaba sesler çok mu benziyor artık birbirine?
Yiğit Bülbül: Herhalde Beatles için ne söylenip ne söylenemeyeceğini buradaki muhtemel on satırlık röportaja sığdırmam mümkün değil. Ama müziğin geleceğine çok da karanlık bakmıyorum, bu biraz da müzikten ne beklediğinizle ilgili. Güzel müziği Satürn’den de yayınlasan, eline akustik gitarını mızıkanı alıp metroda da çalıp söylesen, milyon dolarları produksüyona da yatırsan; 1960 yılında da yapsan güzel müziktir.
Sinan Tınar: Sesi kısarsanız müziği duyamazsınız. Beatles için de zamanında “onlar sadece imajdan ibaret, gerçekten rock’n roll yapmıyorlar” deniyordu. Hala da böyle eleştiriler var. “İmaj” ile oynamak, popüler kültür ve onun sembolleri ile oynamak, koskoca bir oyun parkında eşelenmek demek. Müzik yapmak için fena bir zaman değil. Fena olan şey, müziğin aslında sadece müzik, videonun sadece video ve yazıların da yazı olduğunu anlamanın güçleşmesi, hepsi birbirine karıştırılıyor.
Koro, nefesliler, elektronik altyapılı sıkı punk havası... bence sizi diğerlerinden ayırıyor ama siz yaptığınız işin farkını nasıl anlatırsınız?
Yiğit: “Biz” ve “diğerleri” gibi bir ayrıma ben pek kapılmıyorum artık. Olay “bu ülkede şunun ilk temsilcisi biziz” boyutuna gelince, şu güzelim müzik dediğimiz şey biraz da altılı ganyana benzemeye başlıyor. İş dinleyicinin algısında; o an duymak istediği, almak istediği hissi kim veriyorsa o grubu dinler, başka bir an başka bir grubu.
Sinan: Biz kardeşiz. Yıllardır beraber yiyor, beraber içiyor, beraber yaşıyoruz, hayatı. Leb demeden leblebiyi anlıyoruz. Yaptığımız müzik bunun bir uzantısı, beraber kurulmuş hayallerin, beraber akıtılan terlerin bir sonucu. Yaptığımız müziğin diğerlerinden farkı değil belki ama grubun varoluşunun, dinamizminin kaynağı bu.
Post Dial bir ses olsaydı ne olurdu?
Yiğit: Kilitlendim.
Sinan: Boru sesi, “ti” olurdu.
Sizce tüm zamanların en iyi beş albümü nedir?
Yiğit: Çok çok zor. Atıyorum: The Beatles - White Album, Primal Scream- XTRMNTR, Spiritualized - Songs in A&E, Depeche Mode - Songs of Faith and Devotion, U2 - Achtung Baby.
Sinan: Tüm zamanlar demeyelim ama bizim sevdiğimiz şeyler, Yiğit’in dediklerine ek olarak, Radiohead - Kid A, Blur - 13, Nirvana - Nevermind, Pink Floyd - Dark Side Of The Moon, vs.


Converse’li bağımsız ruhlar

Bağımsız müziğin iki iddialı grubu aynı gece Ghetto sahnesinde: The Chap ve Prinzhorn Dance School. Bant Dergisi’nin Converse sponsorluğunda organize ettiği City Star Nights By Converse konserleri kapsamındaki konser 20 Kasım Cumartesi gecesi. İsmini anarko-dandy yayın organı The Chap dergisinden alan grup, 2008’de çıkan ‘Mega Breakfast’ albümüyle övgüleri toplayıp ‘Fun And Interesting’ parçasına çekilen video sayesinde yılın en çok bahsedilen grupları arasında yerini almıştı. Pop ve rock ağırlıklı olsa da müziğinde farklı türleri harmanlayan The Chap, hareketli sahne performansıyla tanınıyor.
Tobin Prinz ve Suzi Horn ikilisinden oluşan Prinzhorn Dance School iki yıl önce de İstanbul’a gelmişti. ‘Transformers’ın soundtrack’inde kullanılan şarkılarıyla popülerleşen grup, minimalist tarzıyla dikkat çekiyor. Grubun ilk albümü The Sunday Telegraph gazetesi tarafından tüm zamanların en iyi 120 albümü arasında sıralanmıştı.


Elif Türkölmez
19.11.2010
Radikal Hayat

Alphaezen: İş çıkışı müzik yapıyoruz



Alphaezen nasıl kuruldu?
1999’da Ernst (Wawra) tarafından enstrümantal bir proje olarak kurulmuş. Şarkı sözleri yazmaya başlayan Ernst, bunları söyleyecek bir şarkıcı arayışına girmiş. Ortak bir arkadaşımız beni önermiş. Tanıştık ve kısa bir süre sonra da ‘Gai Soleil’i kaydettik. Sonradan öğrendik ki aslında küçük bir kasaba olan Aachen’de aynı okulda okumuşuz, birbirimizi hiç fark etmemişiz ve yıllar sonra müzik bizi birleştirmiş.

Almanya müzik piyasasındaki yeriniz nedir?
Popüler değiliz, albümlerimiz de öyle ahım şahım satmıyor ama bazı şarkılarımız bizden daha ünlü. Mesela ‘Speed Of Light’ ya da ‘Into The Stars’ı herkes bilir. Son yıllarda müziği satın alma yolları epey değişti, artık müziği internetten satın alıyorsunuz dolayısıyla albüm çok satmıyor. Şarkılarımızı seven, çalan küçük radyo istasyonları var ama dediğim gibi piyasanın çok da içinde değiliz. Para kazanmak için gittiğimiz ‘gerçek’ işlerimiz var.

Türk müziğiyle ilgileniyor musunuz?
Kardeşlerim İstanbul’da yaşıyor. Onlardan duyduğum isimleri dinliyorum. Mesela Mor ve Ötesi’nden söz ettiler, dinledim ve çok beğendim. Türk müziğinde daha çok geleneksel müzikleri dinliyorum. Çok farklı geliyor kulağıma. Çok zengin, derin ve mistik.

Sizde bir 70’ler havası var sanki...
İkimiz de 70’lerde doğduk. İlk müzikal zevklerimiz de 70’lerin sonlarında yapılan işlere dayanıyor. Ama daha çok 80’lerden etkilendik. Kraftwerk, Depeche Mode, The Cure, Cocteau Twins gibi New Wave topluluklarıyla büyüdük. Diğer bir etkilendiğimiz zaman dilimiyse 90’ların başı. Portishead ve Massive Attack gibi trip hop gruplarının müziğinden etkiledik. Elektronik müzikten, mesela Aphex Twin ve Daft Punk’tan da hoşlanırız ama klasik müzik de severiz. Yani aslında şarkılarımızın çoğu 80’ler esintili. Biz, bir döneme ya da türe ait olmaktansa doğru sesi bulmak için üretiyoruz.

Dinleyicilerin tepkisi nasıl?
Çoğunlukla tanıdık yüzler görüyoruz konserlerde. Yani bir takipçi kitlemiz var. Bazen de tesadüfen gelenler oluyor, radyodan duymuş oluyorlar ismimizi. Tepkiler farklı farklı. Bazıları dans ediyor, bazılarını düşündürüyor galiba müziğimiz, dalıp gidiyorlar. Bazen de sadece sosyalleşmeye gelmiş olduğu açık olan insanlar oluyor etrafta. O yüzden dinleyiciler sormak lazım müziğimiz hakkında ne düşündüklerini.

Albüm kapakları, fotoğraflar, şarkı sözleri, performanslar bir ekip çalışmasının ürünü mü? Çünkü çok ciddi işler çıkıyor ve bunu iki kişi yapmış olamaz diye düşünüyor insan.
Çok teşekkürler! Bugüne kadar bizi en çok sevindiren soru bu oldu çünkü biz gerçek anlamda ‘profesyonel’ müzisyen değiliz. Haftada bir ya da iki kez bir araya geliyoruz. Çoğunlukla işten sonra. Yani aslında o ekip dediğiniz şey biz ikimiziz.
Hâlâ öğreniyoruz. Bir ses eğitmenim var, bana sesimi nasıl kullanacağımı öğretiyor. “Sesinin tüm bedeninden gelmesine izin ver” diyor. Şarkılar genellikle gündelik yaşamdan çıkıyor. ‘Snow/Glow’un konsepti arkadaşımız Manja Schiefer’in işiydi mesela. ‘Snow Glow’ fikri Norveç’te tatildeyken aklıma gelmişti. Soğuk karlar ve kızgın güneş bir arada muhteşemdi. Gelince ona anlattım ve böyle bir şey çıktı. Yani bütün bu şeyler ikimizden ve küçük arkadaş grubumuzdan çıkıyor.

Elif Türkölmez
20.11.2010
Radikal Hayat

FM Belfast Babylon'da


Kendinizi yeni ‘indie’ akımı ve ‘yeni İzlanda müziği’nin bir parçası olarak görüyor musunuz?
Aslında böyle bir kategorizasyon içinde değerlendirilmek istemeyiz ama insanlar öyle düşünüyorsa yapacak bir şey de yok sanırım. Bu sizin kendinizi nasıl sunduğunuzdan çok nasıl algılandığınızla ilgili. Biz sadece sevdiğimiz işi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. Ben bu tür bir müzik akımı olduğunu da düşünmüyorum, insanlar istedikleri gibi çalıyor işte. Sadece bazıları daha ‘indie’. İnsanlar birbirlerini tanıyor, birlikte işler üretiyor ve birbirine yardım ediyor. Ben kişisel olarak dünyada yeni müzik alanında neler olup bittiğini çok iyi takip ettiğimi söyleyemem. Sadece bir sürü iyi insanın iyi müzik yapmaya çalıştığını biliyorum. Çoğunlukla yerel işleri takip ediyorum, evimin yakınında bir oyun izliyorum, ya da yakınlarda bir kulüpte kim çıkıyorsa onu dinliyorum.

Sevdiğiniz müzisyenler kimler?
Çok var. Flaming Lips, Pavement and Casiotone acı verici yalnızlaştırıcılıkları için... Yeniyetmeyken dinlediğimiz pek çok şey. Smog, Cat Power, 90’lar dans müzikleri ve 80’lerin başından pek çok new wave iş...

Şarkılarınızla mesaj vermek gibi bir derdiniz oldu mu hiç?
Açıkçası olmadı öyle bir dert. Mesela geçenlerde üzerinden çok uzun zaman geçtikten sonra bir şarkımızı dinledim ve ‘ne diyor bu yahu?’ diye düşündüm. Bir şey demek filan istemiyor çünkü. Genel şeyler işte. Şarkılarımızdan biri, bir aile yemeğinden sonra sarhoş akrabaları eve taşımakla ilgiliydi. Bir diğeri daha sıcak bir yere taşınma isteğiyle ilgili... Bir diğeriyse ilginç hiçbir şeyin olmadığı bir yerle ilgiliydi. Bunun gibi şarkılarımız var. Yani gördüğümüzü, duyduğumuzu kaydediyoruz sadece.

Şu meşhur şarkınıza “Biz günlerin sayıldığı bir yerden geliyoruz, ta ki hiçbir şey olana kadar” diyorsunuz. Oralarda hiçbir şey olmuyor mu hakikaten? İzlanda’yı biraz sakin bir coğrafya olarak biliyoruz ama gerçekten durum vahim mi?
Evet, ‘Underwear’ adlı şarkının sözleri onlar. Herkes İzlanda’yı büyülü bir ada filan diye tanımlıyor. Yani, yanlış anlamayın, tabii ki yaşamak için iyi bir yer, doğası harika, dünyanın geri kalanından izoleyiz filan ama Batılıların kafasında masallar ülkesi İzlanda gibi bir resim var sanırım. Aslında çok sıkılıyoruz. Bir sürü sıkıcı kasaba var burada, hiçbir şeyin olmadığı. Yani hiç ilginç değiliz ama en az dünyanın geri kalanı kadar. Alışınca ilginç gelmiyor zaten, volkan patlıyor şaşırmıyorsun mesela. Hawaii’de yaşayan birinin her gün adanın çevresini dolaşıp, “Ne kadar muhteşem, güzel bir adada yaşıyorum!” dediğini duymadım. Muhtemelen faturalarını ödeyip, tıpkı diğer insanlar gibi sıkılıyorlar. Umarım bu cevap çok depresif olmadı.

Bundan sonra neler yapmak istiyorsunuz ekipçe?
En kısa zamanda ikinci albümü çıkarmak istiyoruz. Ve daha fazla seyahat etmek istiyoruz. İstanbul’a geleceğimiz için acayip heyecanlıyız. İlk kez geliyoruz ve meraktayız.

Elif Türkölmez
03.12.2010
Radikal Hayat

Yarım kalan viskiler ve sigaralar



Parisien’ler ‘Bordolais’ der oralılara; etimolojisini geç, bildiğin ‘köylü’ demek işte, taşralı. ‘Province’ gibi bir Akdeniz taşralılığı da değil ama epey kaba saba, toprağı gibi sert, müdanaasız, keyfine göre… Oranın yağmuru fenadır, donuna kadar ıslatır adamı. Şarabı öyle tatlı tatlı gelmez üzerine, tak diye çarpar, su bardağında hem de, Ortaçağ’dan kalma bir şatonun gölgesinde… Havasından mıdır suyundan mıdır bilmem, Bordeaux’lular hakikatli insanlardır, ağız eğip bükmezler, aksanları bile daha dolu doludur. İşte, kendilerine ‘Kara Arzu’ diyebilecek bir müzik topluluğu da ancak oradan çıkar. Des Armes gibi bir şarkıyı, ‘silahlar, gece kuşları, parlak olan her şey / keyif için sürekli temizlenmesi / ve yine keyif için okşanması gereken’ gibi bir dizeyi ancak onlar yazar. Konserde boyunlarına poşu takıp Filistin halkını anar.
Noir Désir’in solisti Bertrand Cantat’ın bu yılın başında intihar eden eşi Kristina Rady’ye dair bir makaleye rastladım Paris Match’da. Birkaç cümlenin asla birkaç cümle olmadığı o nadir yazılardan. İçinde iki ölü kadın ve ‘sevdiği iki kadını da bir şekilde ‘öldürmüş’ bir garip adamın’ olduğu, çok trajik, çok burun kökü sızlatan bir hikâye.
Litvanya’nın Vilnius kentinde yapış yapış bir yaz gecesi, bir otel odası, 26 Temmuz 2003’ün gece yarısı. Cantat’la sevgilisi Fransız oyuncu Marie Trintignant’ın arası epeydir bozuk. Sebebi de Trintignant’ın eski kocalarıyla bir türlü bitirmediği ilişkileri. O gece de benzer bir sebepten çıkan tartışma, dumanlı kafalar, öfkeden gerilmiş kaslar ve boğaz patlatırcasına atılan çığlıklarla birleşiyor, Cantat ‘aşktan öldürüyor.’ “Tavrında, yüzünde, gözlerinde, davranışlarında hiç tanımadığım şeyler vardı” diyor sonra mahkemeye verdiği ifadede. “Yaşadığım şiddet ve adaletsizlikti ... Bu kötülüğü anlamamıştım. Kendi kendime sordum; benimle böyle konuşan kişi kim?” diyor. Çok üzgün, çok çökmüş…
Bu hikâyeyi az çok biliyoruz. Nereden baksan büyük trajedi, büyük üzüntü.

İki kadın, bir adam...
Ancak çok sonra öğreniyoruz ki bu öyküde bir kadın daha var: Cantat’ın karısı Kristina Rady! Olayın olduğu sırada üç aylık hamile. Kocasının Trintignant’a aşık olduğunu biliyor, gitmesine izin veriyor. Ara sıra geri dönmelerine de alışıyor. En tuhafıysa, Cantat’ın yargılanma süreci boyunca gösterdiği serinkanlı duruş. İstisnasız her duruşmaya geliyor, ‘evlilikleri boyunca hiç şiddet görmediğini’ anlatıyor, ‘melek gibi adamdır’ diyor gözyaşlarına boğularak. Cantat’ın bir bakışını yakalamak için bekliyor. Sekiz yıl hapse mahkum olunca en çok o yıkılıyor. 2007’de şartlı tahliye olunca en çok o seviniyor. Macar asıllı, çok güçlü bir kadın. Yakınları çocuklarına çok düşkün olduğunu, onların kendisini hayata bağladığını söylediğini ancak Cantat’la olan ilişkisinin kadını fena yıprattığını anlatıyor. Bu yılın başında, yılbaşı neşesini filan henüz yeni yaşamışken ‘iyiyken’ yani, kendini asıyor Bordeaux’daki evinin mutfağında. Çocuklar okuldan dönünce cansız bedenini buluyor.
Cantat’ın cenazede çekilmiş fotoğrafına bakıyorum. Sevdiği iki kadını da toprağa vermiş bir adam nasıl olursa öyle. Şaşkın, öfkeli, bitik…

Albümün eli kulağında!
Bu aşk hikâyesi her yanıyla çok mahrem, öyle de kalsın. O otel odasında ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yarım kalmış viskinin dili yok. O mutfakta ne olduğunu da bilemeyeceğiz, yarım kalmış sigaranın da öyle… Bildiğim tek şey, hiçbir kadının, sevgilisini öldürmüş kocasının mahkemede kendi ağzından, “Onu hâlâ çok seviyorum” cümlesini duymak istemeyeceğidir.
Yeni Noir Désir albümü eli kulağında. Özlem ve merakla beklemedeyiz. Bunca acıdan sonra nasıl çıkar bir adamın sesi, nasıl bakar gözleri? Dinlemek biraz cesaret isteyecek, gözyaşı getirecek gibi görünüyor.

Elif Türkölmez
30.11.2010
Radikal Hayat

Bu gece Peyote'de seni görmem imkansız


Son zamanlarda isimleri sık sık duyulan ve genellikle de, ‘ne ne ne?’ diye tepki verilen müzik grubu ‘Seni Görmem İmkânsız’ bu gece Peyote’de, ilk röportajlarıysa aşağıda…

Kimsiniz siz, nasıl bir araya geldiniz?
Gaye Su Akyol: Biz tüm paylaşımların, üretimlerin ötesinde öncelikle çok iyi iki dostuz. Diğer her şey derindeki ortak köklerimizin meyvesidir.Tanıştığımız günden beri, ki yaklaşık on seneye tekabül ediyor) sırlar, ortaklıklar, yaratımlar ve anlar üst üste eklendi, sonra onlar şarkı oldu, şiir, resim, fotoğraf oldu.
Yani müzik yapmak için bir araya gelmekten öte, zaten hep bir arada ya da başka deyişle ‘bir’ olduğumuz için müzik yapabiliyoruz.
Tuğçe Şenoğul: Gaye ile tanıştığımızdan beri el ele şarkılar söyledik, müzik yaptık. 2009 sonbaharında dostlarla paylaşmaya karar verdik. Birlikte mutlu olalım istedik.

Grubun ismine nasıl karar verdiniz, neden 'seni görmem imkansız?'

Tuğçe Şenoğul: 90'larda çocuk olmanın harika taraflarından biriydi "İmkansız" isimli parça. Gaye'nin de benim de güzel hatırlarımız var. Aklımızda olan isimlerden "seni görmem imkansız"ı seçmemizin nedeni imkansızlıkların verdiği ilhamla aramızdaki lezzetli ilişki. Başka deyişle beslenme alışkanlıklarımız.
Gaye: Türk Sanat Müziği'yle derin bir bağımız var. Benim ilk ezberlediğim şarkı "büyüleyen gözlerinle yeşil yeşil bakıyorsun"dur mesela. Hâlâ duyduğumda içimde aynı hisler canlanıyor. Yıllarca o şarkılar hep kendini bir yolla bize dinletti, anne faktörü, TRT gerçeği, bonus olarak çok sevmek. Böyle bir gelenekle büyüyünce, bir bakıyorsun onlarca şarkı ezberlemişsin, e yani bildiğin repertuar yapmışsın. Tuğçe'de de durum benzerdi. Haliyle, sık sık rakılar alınır, şarkılar söylenir.
Grup olayı gündeme geldiğinde, ilk çocukluk dönemlerimizde ortaya çıkmış ve sevdiğimiz TSM şarkılarını alt alta yazdık, içinden en "biz gibi duranı" seçtik; "imkansız". Bir kere şarkı çok güzel, Cemal Safi derdini inanılmaz incelikli fakat fantastik anlatmış. Bir taraftan, hayattasın ve imkansızı da yaşıyorsun bir noktada, yaşadık. Yine de hep bir olasılık olmalı, o yüzden mottomuz "seni görmem imkansız ama yine de bana bağlı" ya da "beni görmen imkansız ama yine de sana bağlı".

Müziğinizi anlatır mısınız biraz? Türünü söylemek yetmiyor bazen çünkü. Bu türü yapan pek çok topluluk arasında farkınız, benzerliğiniz neler?
Yoğun davul tonları, birbirini kovalayan ritmler ve aniden beliren, kaybolan sesler, 90'ların klavye tonlarıyla yazılmış bol nağmeli, dertli melodiler, üzerine Türk Sanat Müziği damarını memnuniyetle kabul eden vokaller ve naif bir dengeyle sakinleştiren melodika. Bizim gördüğümüz bu. Yaptığımız müziğin türü nedir açıkçası biz de bilmiyoruz. Onu başkaları söylesin isterlerse. SGİ'ın kendi coğrafyasını yaratmak gibi bir nüvesi var, üstelik bu coğrafyanın nefesini, suyunu, sesini umursayarak, ondan beslendiğini kabul ederek. Eğer indie (bağımsız) müzik şemsiyesi altında konuşacaksak benzerliğimiz, "başka motivasyonlarla kendi müziğimizi yapmaktan vazgeçmiyor oluşumuz" olabilir. Farkımız varsa da başkaları söylesin, bilelim :)

Mehmet Güreli'nin Kimse Bilmez coverından anladığım kadarıyla 90'lar Türkçe rock'ı da seviyorsunuz. Var mı bir ‘Kadıköy sound tribi’?
Tuğçe: Olmaz mı var tabii. 90larda Türkiye'de güzel müzikler yapıldı.
Gaye: Kimse Bilmez gerçekten de 90'ları, Kadıköy'ü her zerresinde hissettiren bir şarkı. Ben Kadıköy'de doğdum, büyüdüm, yaşıyorum. 90'lar çok değerli benim için. Akmar Pasajı'nın son dönemlerini yakalayabildik yaş itibariyle. Fakat nasıl bir kompakt tatsa o, hala ne zaman birinin üzerinde oduncu gömleği görsem ya da türevi semboller; hatıralar, kokular geliyor aklıma, mutlu oluyorum. Aidiyet durumu da var sanırım, tam her şeyi keşfetmeye başladığın yaşlar çünkü. "Zamanın ruhu" durumu işte, o dönem geri gelmiyor ve o anda güzel. Tuğçe'yle tanıştığımız yer de Kadıköy'dür tabii, o sokaklarda çok şeyler yaşandı. Kesmeşeker vardı mesela, hala Mavi Sakal'dan birilerini görüyorum, güzel hisler. 90'lar çocuklukla ilk gençlik arası ve duruma tam yeni uyandığımız yıllar. Orhan Atasoy'un Gemiler'ini ilk izlediğim zaman baya beynim sızlamıştı. Sonra Umay... Yıllar sonra bu insanlarla dost oluyorsun, sırlarını paylaşıyorsun, köprüler uzuyor. 90'lar güzeldi, çünkü gerçekliği çok etkileyiciydi. Ağır bir melankoli fakat nitelikli.. seviyorum.

Ne dinlersiniz, hangi toplulukların, şarkıcıların tişörtünü 'düşünmeden giyerim' dersiniz?
Tuğçe: Müzeyyen Senar'ın, Edith Piaff'ın, Beatles'ın, Nirvana'nın tişörtlerini giyebilirim.

Gaye: Müzeyyen Senar, hiç sıkılmadan sonsuza kadar, tişörtünü de giyerim şapkasını da takarım. Dinlediğim şeyler de dönemsel olarak değişebiliyor, sonra tekrar gündemime geliyor, çok düzensiz. Aklıma ilk gelenler, Stone Roses, Lively Ones, Iggy and the Stooges, Sonic Youth, Beatles, Tortoise, Secret Chiefs 3, Erkin Koray, Jefferson Airplane, Vincent Gallo, Motörhead... Avni Anıl'ın iyi icra edilmiş yorumlarına da asla hayır demem.

Albüm yapmak istiyor musunuz yoksa böyle iyi mi? Ulaşmak istediğiniz dinleyici kitlesine ulaşabiliyor musunuz?

Gaye: En son "Ama Yine de Bana Bağlı" isimli üç parçalık bir demo albüm yayımladık. Bildiğimiz formatta bir albüm için de kayıtlara başlandı. Albümsüz de iyi gidiyor evet ama tabii daha çok insan dinlese, paylaşsa, mutlu olsa, daha büyük kalabalıklara konserler versek, biz de büyük mutluluk duyarız bu durumdan. Bir de albümün çok başka tadı var. Heyecanla o albümün pakedini açmak, kağıdının kokusunu duymak, içinde özel bir şeyler aramak, aidiyet hissetmek.. bunlar özel duygular, megabyte'ların ışık yılı ötesinde yani.

Elif Türkölmez
03.12.2010
Radikal Hayat

'Seksi, enerjik ve romantik'


Synth-pop grubu Soaked, yüksek enerjili müzikleri ve kendi tasarımlarını yansıttıkları sahne performanslarıyla son günlerin en çok takip edilen gruplarından. 5 Kasım Roxy konserinden önce Soaked’a bağlandık:
Grubun kuruluş hikâyesi nedir?
Hatice Arıcı: Soaked fikir olarak 2003 yılında Balamir Nazlıca’nın kendi bestelerini yapmasıyla başladı. Temel düşünce; şiirsel sözleri, romantik elektronik altyapılı melodiler ve çarpıcı görsellerle bütünleştirmekti. İlk olarak back vokaller ve klavye için Balamir ve ben tanıştık. Sonra Balamir ve klavyecimiz Deniz Kunay ayrı bir projede tanıştılar. Bas gitaristimiz Yiğit Özkul ve gitaristimiz Emrah Akar da benzer şekilde ekibe katıldı. Son olarak da Berkay Küçükbaşlar davula geldi.
Biz yaptığımız müzikle birlikte kendi kendimizi de tasarlıyoruz. Logomuzu, canlı performanslarda kullandığımız görselleri, klibimizi kendimiz hazırlıyoruz.
Müziğinizi nasıl tanımlarsınız?
Balamir: Seksi, karanlık, romantik, sert, enerjik ve kışkırtıcı. Müziğimiz sahnede altyapılarla beraber sonuna kadar canlı. Hatta bazen çalarken bile bütün altyapıları kapatıp içimizden geldiği gibi başka yöne doğru çekiyoruz parçaları. O an sahnede seyirciden de enerjiyi alıyorsak birdenbire setup değiştiriyoruz ve yepyeni sürprizler oluşuyor. Zaman zaman rock duygusu veren canlı elektronik performansımız alışılagelmiş synth-pop tarzının dışında ama kökünden şaşmadan yeni bir sound yakalamamızı sağlıyor. Altyapımız canlı davul, bas ve klavyeden oluşuyor.
Kimler dinliyor sizi, dinleyici profilinizden bahseder misiniz?
Deniz Kunay: Yaptığımız müzik gibi dinleyici kitlemiz de oldukça enerjik. Synth-pop ve elektronik müzik seven bir kitlemiz var. Bu kitleye ek olarak alışılagelmiş sound’ların dışında yeni olanı takip edenlerin, alternatif arayanların da ilgisi büyük.
Sözler derin. Nelerden besleniyorsunuz?
Balamir: Aslında bu projenin bu kadar uzun bir oluşum sürecinden geçmesinin nedenlerinden biri de sözler. Uzun bir süre söz yazabilmek üzerine kafa yordum ve amacım sözlerin tek başına kalabilecek kadar güçlü olmasını sağlamak.Örneğin ‘Gemlike’ eşim için yazıldı. Kendisini İngilizce tabir ile ‘Gem’ taşına benzetiyorum. Gem taşı eskatoloji bilimlerinde cennet tasvirlerinde kullanılır. ‘Gemlike’ uzun bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkmış şarkı.


Elif Türkölmez
03.11.2010
Radikal Hayat

Atatürk'ün sevmediği şarkılar



‘Manastırın ortasında var bir asma, canım asma, bu yurdun kızları hepsi de yosma, biz çalar oynarız’ı mırıldanarak, çocukluk travmalarımdan biriyle yüzleşmeye gidiyorum. İlköğretim hayatım boyunca her 10 Kasım’da ‘Maya dağdan kalkan kazlar’ olsun, ‘Kırmızı gülün âli var’ olsun, az söylemedim. Ama gömleği dışarı çıkarıp, kravatı cepte taşıma yaşına gelince kendimi ‘kalabalıklar içinde yalnız’ hissettiren koroları edebimle terk etmesini de bildim.
Muazzez Abacı’nın geleneği ısrarla devam ettirdiğini, Beyoğlu’ndaki müzik kulübü Ghetto’da ‘Atatürk’ün sevdiği şarkılar’ı söyleyeceğini duyunca korkularımın üzerine gitmeye karar verip çaldım kapıyı. Abacı, beyaz taşlı, tüylü bir elbiseyle çıktı sahneye. “İlk kez konser veriyormuş gibi heyecanlıyım” dedi başlarken. “10 Kasım benim için yas günüdür. Asla çalışmam ama atamızın sevdiği şarkıları söyler misiniz denilince hiç düşünmeden kabul ettim. Çünkü Atatürk deyince kendimi uçurumdan atarım” dedi. Dakika bir gol bir!
‘Menekşelendi Ssular’la yaptı açılışı. Bu arada şarkının Safiye Ayla yorumunu dinlemeden ölmemek gerek. Etraftaki ‘gözlüklü anne-kız’, ‘cumhuriyet mitingi katılımcısı genç çift’, ‘ağır parfümlü, tepesi dökülmüş sarı saçlı yaşlı teyze’ kontenjanından dinleyiciler daha ilk şarkıda coştu. Abacı’nın, “Gerçi bugün yas tutmalıyız ama o burada olsaydı eğlenmemizi isterdi” ya da “Onun en sevdiğim sözü ne biliyor musunuz? Evet, onun en sevdiğim sözü... ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ sözüdür.” deyişini saygılı bir üzüntüyle karışık ölçülü bir neşeyle alkışladı. ‘Kimseye Etmem Şikâyet’te ‘ülkeyi bölenlere’ ve ‘sahte sanatçılara’ değindi Abacı. Atamızın hayatta olsaydı bu tür kişileri sevmeyeceğini, ‘ayakları baş, başları ayak yapmayacağını’, gerçek sanatçıları ‘eteğinin dibinde’ toplayacağını anlattı. ‘Sensin Efendim’, ‘Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin’, ‘Ateşi Suzanı Firkat’ derken, sıranın atamızın ‘en çok sevdiği’ şarkılara geldiğini muştuladı. Ben o noktada kendimi yine kalabalıklar içinde yalnız hissettim. Dışarı çıktım. İnsanı aptal eden acayip bir lodos vardı, balıklama atladım içine. Kulaklığımı takıp, ‘Atatürk’ün sevmediği şarkılar’ dinleyerek yürüdüm.

Elif Türkölmez
12.11.2010
Radikal Hayat

Tindersticks Babylon konseri


Babylon'daki konserinde aşırı gürültüden rahatsız olan Tindersticks'in konseri yarıda bırakma tehdidi İstanbul'a yeni âdet getirdi! Babylon bundan böyle bazı konserlerinin 'sessiz konser' olacağını ilan etti. Peki sessiz konserde ne olacak: İnsanlar artık İstiklal Marşı dinler gibi mi konser dinleyecek?


Asmalımescit’in en eski müzik kulübü Babylon, 20 Eylül gecesi gerçekleşen Tindersticks konseri sonrası resmi internet sitesinden ve ertesi gün gerçekleşen ikinci konser öncesi basılı olarak bir bildiri yayımladı. Mekândaki gürültüden rahatsız olan İngiliz topluluğu daha fazla rahatsız etmemek için, seyirciden azami hassasiyet göstermesi istendi. Dinleyici, bu uyarıyı tuhaf da bulsa uydu. Fakat ilginç olan, Babylon’un bundan sonraki bazı konserleri ‘sessiz konserler’ kapsamına alacağını duyurması oldu.
Babylon ekibi yayımladığı bildiride, ‘Sessizlik Politikası’nı şöyle açıkladı: “Babylon sadece önceden belirlenmiş ve duyurusu bu şekilde yapılmış ‘Sessiz Konserler’de geçerli olan, mekân içindeki ‘gürültü kaynağı’ izleyicinin diğer müşteriler, Babylon görevlileri ve bazen de sahnedeki sanatçı tarafından ikaz edilebildiği ve son çare olarak Babylon’un sessizlik politikasına uymayan izleyiciyi dışarı davet etme hakkını saklı tuttuğu bir uygulamadır.”
Babylon müdavimleri içinden, ‘Babylon haddini aştı, insanlara müziği nasıl dinleyeceklerini öğretemezler’ yorumları da yükseldi, mekânın yöneticilerine teşekkür mail’i atanlar da. Sosyal paylaşım sitelerinde, “Bir mekânın müşterisine içeride nasıl davranması gerektiğine dair kurallar koyması dünyada ilk değil ancak Babylon gibi bir mekâna giden dinleyici bir konser sırasında nasıl davranması gerektiğini bilemiyorsa burada başka türlü bir sorun var demektir.” Ya da “Duvara bir de sus işareti yapan hemşire fotoğrafı assınlar. Kütüphane mi burası?” diyenler de çıktı.
Babylon’un ortaklarından Ahmet Uluğ’sa, amaçlarının seyirciye nasıl müzik dinleneceğini öğretmek olmadığını söylüyor. “Gürültü sorunu sadece Babylon’un değil, İstanbul’un sorunu. Bu da bizim kültürümüzün bir parçası, nasıl eğleneceğimizi bilmiyoruz.” diyen Uluğ, Babylon olarak, bu kültürün bir parçası olmayacaklarını anlatıyor. Ayakta gerçekleşen konserlerde belirli seviyede bir gürültünün normal olduğunu, yurtdışındaki kulüplerin de bu sıkıntıyı yaşadığını anlatan Uluğ, “Tindersticks gibi gruplar için sessizlik önemli. Bunlar hassas insanlar. Melankolik bir müzik yapıyorlar, İsveç’te bir kulübü gürültü yüzünden terk etmişler” diyor.

Bu Staples o Staples mi?
Bir de kişisel not düşeyim. Konser öncesi sokakta elinde şarap şişesiyle turlayıp, Beyoğlu’nun ara sokaklarına dalan, insanlarla sohbet eden solist Stuart Staples’i gördüğümüzde, gönlümüzdeki yerini sağlamlaştırdığını düşünmüştük. Ve dinleyiciyi sahneden inmekle tehdit eden adamla arasında hiçbir benzerlik yoktu. Yani soru şu: Bütün bunlara gerek var mı? Biraz eğlenmek fena mı?

‘Sessiz konser’ tutar mı tutmaz mı?
Müzik yazarı Mehmet Tez konuyu internet sitesi hafifmüzik’te ele aldı: “Ben bunun görgü kuralları ve sağduyu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Sahnede tek gitarla şarkı söyleyen biri varsa en önde onun sesini bastırarak mütemadiyen konuşmak ayıptır. Bunun için kural koymak bile abes. Sahnede eğlenceli, insanları dans etmeye davet eden bir müzik olduğunda da oturup bön bön bakmanın bir manası yok. Bu ayarı insan hisseder.konseri izlerken sussana be kardeşim diye birbirine girmesi cidden gerilimli ve konserin atmosferini berbat ediyor. Sahnedeki adamı izlemeye değil muhabbete geliyorlar diyenlere de şunu hatırlatırım. Sadece tanıyanlarla bu kadar gece kulübü, konser ve eğlence çarkı dönmez. O konuşan adamın aldığı bilete, içtiği içkiye ihtiyaç var. Yani biraz sağduyu biraz görgüyle hallolmalı bu işler.”
Le Cool İstanbul Editörü Sarp Dakni’ye göre çaba olumlu oma sonuç alınamaz:
“Babylon’u İstanbul’un tartışmasız en iyi konser mekânı olarak görüyorum. İnanılmaz bir ruhu, bambaşka bir atmosferi var. Mekânın uygulamaya çalıştığı sessizlik politikası hem sanatçıya hem de gerçek müzik dinleyicisine bir saygı duruşu aslında. Ancak ne yazık ki bu konunun uyarmakla hallolabileceğini hiç sanmıyorum. Bence kesinlikle boşuna bir çaba. Zira bizim izleyicimiz konser izlemeyi bilmiyor. Büyük arena konserlerinde bile avaz avaz bağıran gülen insanların sesi sahnedeki müzik sesini bastırabiliyor. Dezavantajını gerçek müziksever ve elbette sanatçı yaşıyor. Açıkçası konserde konuşan gülüşen insanları ‘ŞŞŞŞT ŞŞŞŞŞT ŞŞŞŞŞŞŞT’ diyerek susturmaya çalışan agresif tipler beni daha çok rahatsız ediyor.”

Elif Türkölmez
01.10.2010
Radikal

'İndirim'in sonu mu geldi?


Telif haklarıyla ilgili yasalar gün geçtikçe sıkılaşıyor. Myspace, Last FM, Fizy bir kapanıp bir açılıyor. Sanatçı 'hani telifim' diyor, kullanıcı özgürlük istiyor. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun radikal bir dönüşümle yenilenmesinin eli kulağındayken, Türkiye Fransa'ya döner mi, üç şarkı indirdi diye bir insan hapse girer mi, soruşturduk..


Jean-Luc Godard, rutini olduğu üzere 11 Ağustos sabahı da kahvesi ve Libération gazetesiyle köşesine çekildi. Oscar kazandığını muştulayacak telefonlara çıkmayan Fransız yönetmen, bu hareketiyle kendisine olan saygımızın üzerinden sağlam dikiş geçmişti ki, gazetede okuduğu bir haberle yılın ikinci ‘kıyak hareketini’ çakıverdi!
Fransa’da 2009’dan bu yana uygulanan internet içeriğine dair telif yasası HADOPI’den (Haute autorité pour la diffusion des oeuvres et la protection des droits sur internet-İnternette eserlerin dolaşımı ve fikir haklarının korunması için yüksek konsey) mustarip James Climent adlı bir gencin, internetten yüklü miktarda telif hakkı olan ürünü yasal olmayan yollardan indirdiği için hapse girmesine bozulan ve kefaleti için kendisine 1000 avro yardım yapmak isteyen Godard, daha sonra Les Inrocks dergisine, “Tabii ki HADOPI’ye karşıyım. Entelektüel hak diye bir şey yoktur. Çalışmaların miras olarak devredilmesine karşıyım. Bir sanatçının çocuğu anne-babasının yaptığı çalışmaların telif haklarından yararlanabilmeli diyorlar. Ravel’in çocuklarının ‘Bolero’dan gelir elde etmeleri bana pek mantıklı gelmiyor” deyiverdi.
Bu arada yasanın işe yaramayacağını göstermek için çok sayıda bireysel girişim de ortaya çıktı. Birçok internet kullanıcısı yasağı delmek için yazılımlar önerirken, HADOPI yasasının gözden kaçırdığı çözümlerin listesini oluşturanlar da oldu.
Türkiye’de de Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda önemli değişiklikler yapılması gündemde. Taslağın içeriğine bakarsak mevzuat uygulanmaya başlanınca Fransa’dan aşağı kalır yanımız ve maalesef bizi hapisten kurtaracak, arkamızda duracak bir Godard’ımız olmayacak.

‘Çeviri’ hukuk tartışması
Bilgi Üniversitesi’nden Dr. Özgür Uçkan da Bilişimhukuk.com’da yayımlanan makalesinde “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na eklenmek istenen yeni maddeler bize fena halde HADOPI’yi hatırlatıyor. Fikir hakları ihlallerini önlemek bahanesiyle izleme ve dinleme sistemlerine meşruiyet kazandırılması, ceza olarak internet erişiminin kesilmesi, Fransız hukukuna düşkün sistemimiz tarafından afiyetle sindirilmiş görünüyor” diyor. Uçkan’a göre ‘HADOPI ve varyasyonları temel hak ve özgürlüklere bir saldırı niteliği taşıyor. Üstelik bu saldırı, giderek şu ya da bu şekilde önemsizleşecek ticari çıkarlar adına yapılıyor.’
İnternetin CD, DVD gibi fiziksel veri depolama ortamlarının dağıtımı işini zaten öldüreceğini söyleyen Uçkan, “Müzik, sinema ve yayıncılık sektörü ayakta kalmak için bu baskıcı, olumsuz düzenlemelerden çok daha akıllı adımlara ihtiyaç duyuyor. Bütün bir sektör dijital ortamla yaşamak ve belki de daha çok kazanmak için aklını kullanmalı ve bu tür sonuçsuz ve ümitsiz düzenlemelerden medet ummayı bırakmalı” diyor.
Uçkan’ın ‘Fransız hukukuna düşkün sistemimiz’le başlayan cümlesi önemli zira Türkiye’de internet için de, telif hakları konusunda da özgün yasalar yok. Yasaları, konunun tartışıldığı sayfadaki Friendfeed kullanıcısı Selva Kaynak’ın dediği gibi, ‘Hukukçular değil çevirmenler yapıyormuş gibi görünüyor’. Çünkü çoğu adaptasyon!
846 sayılı kanunda yapılması öngörülen değişiklikler onaylanırsa evinize ‘Şu filmi indirdiniz borcunuz şu kadar’ ya da ‘Paylaştığınız albüm yüzünden sanatçının ve şirketinin zararı olan şu kadar ücreti ödemeniz gerekiyor’ yazılı faturalar gelecek, internet bağlantınız hizmeti aldığınız kurum tarafından uyarı verilmeden kesilecek, hatta hapis cezasına çarptırılabileceksiniz.
Telif hakkı yasaları, patentle ilgili değişiklik ve bu konularda reform hareketleri için çabalamak üzere ilk tohumu 2006’da İsveç'te atılan Korsan Partisi'nden esinlenerek başlayan Türkiye Korsan Partisi hareketinden İsmail H. Polat’sa Trscope.com’daki makalesinde, “İnsanların yaratıcılığı ödüllendirmeli ancak bunu 100 yıl boyunca koruma altına almak, insanlığın gelişimini engeller” diyor. Ona göre ‘Telif haklarının 100 yıl olması, yaratıcı bir topluma götürmez. Tam tersi ilerlemenin, üç-dört kuşak telif mirasyedisi ve onlar etrafında oluşan asalak sektörlerin keyfiyle biçimlendiği tembel bir ortam yaratır’.
Polat görüşlerini “Kültür, sanat ve bilim insanları bu bağlamda bireyci düşünmekten vazgeçip telif haklarının yeniden (ama hakkaniyetle) düzenlenmesine insanlığın ilerlemesi adına destek vermeliler. Paylaşmanın en büyük erdem ve zenginlik olduğunu hiçbir zaman akıllarından çıkarmadan!” diyerek bitiriyor.

Telif süresi beş yıl olsun
Adli bilişim uzmanı avukat M. Gökhan Ahi de taslak metnin HADOPI 2 yasasından etkilendiği fikrinde. Elindeki bir eseri arkadaşıyla paylaşan bir kullanıcının da internete bağlantısının kesilmesi cezasının birçok açıdan hukuka aykırı olduğunu söylüyor Ahi: “Anayasa’da iletişim özgürlüğü teminat altına alınmıştır, keza düşünce ve ifade özgürlüğü de devlet tarafından garanti edilmiştir. Bir kişinin internet bağlantısının kesilmesi, bu özgürlüklerin kullanımını engellemekten başka bir şey değildir. Hukuk devletinde bu tür bir yaptırım kesinlikle kabul edilemez. Bu paylaşımı yapan 18 yaşından küçükse ne olacak? Ayrıca aynı evde internetten yararlanan diğer bireyler ne olacak gibi sorular da hukukçuların kafasını karıştırıyor.”
Peki en başa, bizi mevzunun derinlerine iten o habere dönecek olursak?.. Ahi’ye göre, Godard kısmen haklı: “İnternet bilgiye erişimi kolaylaştırdı. Eser dediğimiz fikri üretimler, artık çok daha çabuk tüketiliyor ve yeni yaratımların önünü açıyor. Kitlelerin dinlediği müziklerin, izlediği filmlerin ve okuduğu romanların bir bedeli olması gerekir, bu içerikleri üretenlerin eserlerinden gelir elde etmesi de normal kabul edilebilir. Ancak insanlığın ortak mirası sayılabilecek bu eserlerin koruma sürelerinin gerçekten çok uzun olduğunu söylemem gerekiyor.”
Ahi, “Bu eserlerin maksimum koruma süresi ticari olarak kullanılmadıkça beş yılı geçmemeli” diyor. Avrupa’da ciddi bir seçmen kitlesine ulaşan ‘Korsan Parti’ler de bu görüşte. Şimdilik komisyonlar harıl harıl çalışıyor, kullanıcılara ‘sorunun giderilmesi’ için beklemek düşüyor.





'Kullanıcı tarafını düşünen yok'

Muhteviyat.com ve Nerdworking’den Erdem Dilbaz, 6 Ekim 2010 Çarşamba akşamı İstanbul Bilgi Üniversitesi Fikri Mülkiyet Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen Fikri Mülkiyet Hukuku Atölyesine katıldı, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda yapılması öngörülen değişikliklerin tartışıldığı toplantıyı anlattı:

Ben hayatımda bu kadar meslek birliğini bir arada görmemiştim. Hepsi oradaydı ve anladığımız üzere bu taslak sadece onlara ve onlar için - hatta onlara rağmen - yasalaşacak. Kullanıcı tarafını düşünen, elbette, yok. Ek 4 ile ilgili, kısaca, şikâyete bağlı olarak hattı kesilmesi konusundaki tavır çok net: O orada kalacak. Bakanlık nezdinden toplantıya katılan Mesut Cem Erkul bu maddenin kullanılması zaten birçok şarta bağlı dese de maddede yer alması işin doğasını ele veriyor. Bir de her ne olursa olsun AB muktesebatına istinaden, gene kısaca, seve seve siyasi iradenin istediği şekilde geçecek bu yasa, onu anladım. Mesut Bey topu siyasi iradeye atsa da kendisi de o iradeyi destekler nitelikte konuşmasını sürdürdü. Oysa p2p gibi konularda dosya paylaşımının önünü kesme kolay değil gibi çıkışları da vardı. Toplantıda birisi açıkladı: Biz burada dekor muyuz?
Bu arada, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nden (sinemaya böyle bir imtiyaz da var) Mesut Cem Erkul'a sivil toplumun desteğini almayı düşünüp düşünmediklerini sordum. kullanıcılarla iletişim için bir Facebook aplikasyonu geliştirdiklerini söyledi!


Copyleft’çi müzik grubu Bandista: Anonimden aldığımızı anonime bırakıyoruz
Giderek sıkılaşan telif hakkı yasalarına toptan karşı çıkan ‘Copyleft’ akımı ‘Bir programı veya başka bir çalışmayı, tüm değiştirilmiş ve genişletilmiş sürümleri ile birlikte özgür bırakmak’ anlamına geliyor. Tanımı da sembolü de İngilizcede ‘telif hakkı’ anlamına gelen ‘copyright’ın tam tersi. Copyright’çıların sayısı gün geçtikçe artarken copyleft’çiler de örgütleniyor, dünyanın bir ucundaki copyleft’çiyle müzik, program, metin paylaşıyor.
Copyleft’çiler arasında ünlü isimler de var. Che Guevera’nın ‘Dünyanın en çok kopyalanan fotoğrafı’ unvanına sahip ünlü karesini çeken Kübalı fotoğrafçı Alberto Corda, mecburen copyleft’çi mesela. Çünkü Küba’da telif hakkı diye bir şey, Corda’daysa dünyanın bir ucunda kopyalanan fotoğraftan telif isteyecek hal yok. Corda şimdiye kadar sadece, politik olarak doğru bulmadığı için Che’nin fotoğrafını şişelerin üstüne basan Smirnoff’tan 50 bin dolarlık bir tazminat almış. Türkiye’de de var copyleft’çi sanatçılar. Bandista bunlardan biri. Ekip işlerini neden ücretsiz paylaştığını anlattı:
“Bandista üretimlerini sadece internet değil çeşitli medyalarla yaymak ve çoğaltmak derdi taşıyan bir tayfa. Bunun iki ayağı var ve haliyle birbiriyle de bağlantılı: İlki, sözümüz ve tarafımız bizim için önemli ve âlemimizin sesi, sözü ne kadar yayılır, yaygınlaşırsa o kadar güçlü ve görünür olacağımıza inanıyoruz. İkinci olaraksa mülkiyete dair pozisyonumuz işin içine giriyor. Biz üretimlerimizin bize ait ve bizden menkul olduğunu düşünmüyoruz. Yan yana koyduğumuz her ses ve sözün anonim, kamuya ait, avam bir havuzdan kaynaklı olduğunu düşünüyoruz. Bu, kısacası deha, özyaratı yahut bireyselliğin ötesinde toplumsal bir varoluşa yapılan bir vurgu. Yan yana koyduğumuz her nota, ses ya da söz, birilerinden öğrendiğimiz ya da birlikte yarattığımız ve yine birlikte başkalarını da bu sürece katarak yeniden üretip değiştirebileceğimiz şeyler. Dolayısıyla anonimden aldığımızı anonime bırakıyor ve malzememizi copyleft olarak ilan ediyoruz. Bunun tek istisnası, ticari alandan bu üretimlere yönelik ilgi geliştiğinde ortaya çıkıyor ve o zaman hayır diyoruz. Bu malzemeyi kendi kârınız için kullanacaksanız, emekçilerine haklarını ödemek zorundasınız. Ticari alanla temasımız da bu anlamda çok dar olduğu için -müzik marketlerde albüm satmıyor yahut cep telefonu melodisi olarak reklam alt bantlarında dönmüyoruz- herhangi bir telif hakları polisi organizasyonla da temasımız yok.”

Elif Türkölmez
09.10.2010
Radikal Cumartesi

Opus 3A



Cihangir'de açılan Opus 3A, 'müziğini elleyerek almak isteyenler için' ferah mekânda geniş arşiv sunuyor

Müzik dükkânları iyidir. CD ve plaklara dokunmak, kartonet okuyup fotoğraflara bakarak dolanmak ya da yeni bir şey keşfetme hayalinin verdiği heyecanla koca bir öğleden sonrayı geçirmek gibisi yoktur. Ama artık bütün bunları yapabileceğiniz yerler bulmak kolay değil. Büyük zincir mağazaların göz yoran ışığı, aynı şarkıyı gün içinde otuz kez dinlemekten sinirleri bozulan tezgâhtarın ters çıkışı, kısıtlı arşiv, ‘Onu alma beni al’ diye bağıran ‘çok satanlar’ insanı bezdiriyor. Müzik dinleyicisi CD’sini, plağını artık internetten satın alıyor.
Cihangir Caddesi 3A’da taze açılan ve ismini kapı numarasından alan Opus 3A, dinleyiciyi iyi müzikle, ferah ortamla, zengin arşiv ve müzik meraklısı bir ekiple buluşturuyor. Opus 3A, tek kaygısı CD satmak olan bir müzik dükkânı değil. Daha çok müzik meraklılarının zaman geçirebileceği, başka yerde bulunması zor albümleri bulmanın sevincinden başların döneceği bir mekân.
A.K. Müzik’in kurucuları Ayşe ve Kerim Selçuk’un müzik şirketlerinin 10. yılını kutlamak için açtıkları Opus 3A’nın en iyi yanlarından biri de Nick Hornby’nin ‘Ölümüne Sadakat’ romanındaki müzik dükkânı Championship Vinyl’dekilere benzer iki ‘müzik delisi’ olan Fuat ve Burak... Ben oradayken Burak yoktu ama Fuat’ın anlattığına göre müzik konusunda gayet köşeleri olan bir insanmış. Hani şu, çok az şeyi beğenip her şeye ‘Pop bu’ diyenlerden... Fuat’sa daha ‘olabilir’ci bir insan. Önerilerinizi dinleyen, zevkinize uygun bir şeyler bulan... Yani sırf bu insanlarla müzik sohbeti yapıp önerecekleri albümleri almak, dünyanın her yanından acayip sesleri barındıran ferah bir mekânda iyi vakit geçirmek için bile Opus 3A’ya uğranır. Kerim Selçuk anlattı.
CD’lerin satmadığı, insanların internetten müzik indirdiği dönemde ne cesaret müzik mağazası açtınız?
Herkes böyle düşünüyor da biz böyle düşünmüyoruz. Müzik mağazaları bir bir kapanırken yine de işini iyi yapan insanların her sektörde başarılı olacağına inanıyoruz. Biz de bu işi bildiğimizi ve iyi yaptığımızı düşünüyoruz. Tabii ki ticari beklentimiz var. Bizim gibi düşünenler buradan keyifle alışveriş edecek ve geniş bir seçki bulacak. Sonuçta bu bir hayat tarzı; telefonla yemek sipariş edip evde de yiyebilirsiniz, güzel bir restorana gidip keyif alarak da. Bu kendine ve keyif aldığın şeye ayırdığın zamanla ilgili. Biz müzik dinleyen ve hâlâ CD almak isteyen insanların az olmadığını düşünüyoruz. Bu insanların gidebileceği yer yok. Burayı keşfedip çok mutlu olabilirler. Biz de hem mutlu hem de ticari beklentimizi yerine getirmiş oluruz. Müzik dinlemek kadar almak da keyiftir.
Büyük zincir mağazalarla nasıl baş ediyorsunuz?
Kimseyle yarışmak gibi bir derdimiz yok. Bildiğimiz ve sevdiğimiz işi, bildiğimiz ve sevdiğimiz şekilde yapıyoruz. Ticari beklentilerimiz tabii ki zincir mağazalardan farklı.
Sadece ticaret değil, müzik paylaşmanın verdiği keyif var bizde. Aramızdaki fark repertuvar, müzik bilgisi ve servis farkı.
Cihangir’i seçmeniz tesadüf mü?
Kesinlikle tesadüf. İstiklal Caddesi gibi kalabalık bir yerde açmak istemedik. Ama Cihangir tamamen denk geldi, başka bir yer de olabilirdi.
Satışlar nasıl?
Durgun tabii ama gelen ve alışveriş edenler çok memnun. Cihangir müşterisi “Yaşasın, sonunda kafeden başka bir şey açıldı” diyor.

Kim ki o ile söyleşi


‘Serbest kalp düşmesi / iki sebepten olur / birincisi taraflardan birinin aniden çekilmesi / ikincisi, dış etkenlerin hızlıca tepkimeye girerek / katalizör görevi üstlenmesidir / düşmenin ivmesi / yerçekimine bağlı değildir / bu, asıl düşmenin üçüncü sebebidir’ diye sözleri olan şarkılar yazdılar. Kadıköy’ün lodoslu, Beyoğlu’nun puslu havalarında, drum machine, bas ve vokalle yüreklerimizi ağzımıza getirdiler. Kendi elleriyle albümler yapıp İskandinavya turnesine bile çıktılar. ‘Dans’ adlı albümleri plak formatında raflarda tazeyken
‘kim ki o’ya ‘Kimsiniz’ diye sorduk ama soru işareti koymadık.

Bir söyleşinizde bütün bu seslerin sadece ‘iki kız’dan çıkmasına şaşıran bir dinleyiciniz olduğundan söz etmiştiniz. Peki Türk olduğunuza şaşıran var mı? Sözler Türkçe olsa da kulağıma ısrarla İngilizce gibi geliyor çünkü…
Ekin Sanaç: Bugüne kadar özellikle yabancılardan bu konuda şaşkınlık ifade edenler oldu. Herhalde daha önce buralardan bu tınılarda müzikler duymamalarından ve kafalarında buraya dair bir imaj olmasından kaynaklanıyor. Sözlerin kulağa İngilizce gibi gelmesi enteresan bir durum. Biz aslında şarkı yapmaya ilk başladığımızda yarı şuursuz bir şekilde Türkçe sözleri daha önce duymadığımız tınılarda söyleyerek bir şeyler oluşturmaya başlamıştık ve bu bir nevi işe yaradı. Müziğimizde belirleyici bir yer edindi kendiliğinden.
Berna Göl: Galiba sözlerin dışında ritmlerin drum machine’den alınmasının da payı oldukça büyük. Özellikle başlarda, dört yıl önce, drum machine’e oldukça yabancı bir kitleye çalıyorduk, hatta hâlâ da biraz öyle.

İnsanlar sizi dinlemekten epey hoşlanmış, heyecanlanmış. İyi gelmişsiniz bir sürü kişiye. Bunun böyle olacağını tahmin eder miydiniz?
Ekin S.: Söz konusu ‘kim ki o’ olunca biz pek bir şey tahmin edemiyoruz galiba. İlk günden beri buna yeltenmedik. Hatta ne bekleyeceğimiz konusunda hiçbir fikrimizin olmadığı bir halde yola çıkmıştık. Sadece nasıl bir müzik yapmak istediğimizi bulmaya çalışıyor ve onu yapmaya yoğunlaşıyorduk. Şimdi bunu insanlarla paylaşabiliyor olmak harika bir şey.

İlk kez bir müzik şirketinden plağınız çıkıyor. Heyecanlı mısınız? Bu size neler kazandırır? Daha mı çok kişiye ulaşırsınız? Albümün içine güzel güzel şeyler çizecek, tasarımıyla da kalbimizi fethedecek misiniz?
Ekin S.: Elbette çok heyecanlıyız. Bugüne kadar bizim gibi kendi kendine şarkılarını kendi basmış ve dağıtımını yapmış bir grup için bu çok heyecan verici bir şey. Düşünsenize hiç tanımadığınız biri, sadece sizin müziğinizi sevdiği için böyle bir girişimde bulunuyor. Ne kadar kişiye ulaşacağını bilmiyoruz ama bu başlı başına büyük bir şey bizim için. Bir de plak formatında olmasının ayrı bir cazibesi var tabii.
Berna G.: Albümün tasarımı konusunda da oldukça titiz davrandığımızı eklemeliyim. Heyecanımızı mümkün olduğunca yansıttık kapağa.
Ekin S.: Kapak klasik bir plak formatında. Biz de sade bir tasarım yaptık. Ön kapaktaki imaj ise yönetmenliğini Merve Kayan ve Zeynep Dadak’ın yaptığı, bizim şarkılarımızla müziklenen ‘Elope’ isimli kısa film/videodan seçtiğimiz bir kare.

‘kim ki o’ ismi nereden çıktı? İsim imla hatalarına kurban gittikçe üzülmeyecek misiniz?
Berna G.: Ekin’le bundan tam dört yıl önce ilk defa stüdyoya girdiğimizde, Türkçe söylemeye çalışalım dedik. 15 yıllık dinleyicilik hayatımızda üretmeye meyilli olduğumuz müziğin sadece İngilizce örnekleriyle haşır neşir olduğumuzun farkındaydık. Ve Türkçe söylemek oldukça zor geldi, dilin yapısıyla ilgili bir şey tabii ki. Biz de cümlelerden çok kelimeleri kullanalım, kesik kesik, kısa kısa ve bol tekrarlı yapalım derken ilk kullandığımız kelimeler ‘kim ki o’ oldu. Bizim için hem kast ettiği hem de ortaya çıkışı anlamlıydı.
Ekin S.: Tam karar anı da çok güzeldi aslında. Pek sevdiğimiz arkadaşlarımızın plakçısında, Deform Müzik’teydik. Onlara ilk yaptığımız kayıtları falan dinletiyorduk. ‘kim ki o’yu grup ismi olarak kullanmak orada muhabbet ederken aklımıza gelmişti. Onlar da bu fikri sevmişlerdi, böylece kararı verdik. İsim imla hatalarına sürekli kurban gidiyor. Hatta ilk bir sene boyunca her yerde sonunda soru işaretiyle kullanılmıştı. İmla hatalarını mümkün olduğunca düzelttiriyor, olmuyorsa da sağlık olsun diyoruz.

Yaptığınız müziğe ne diyelim? Synth pop, elektronik, ambient, hepsi, başka bir şey?
Berna G.: En çok synth pop deniyor. Dark wave yakıştırması yapılmıştı ve o da hoşumuza gitti. Biraz lo-fi olduğunu belirttiğimiz sürece sadece pop olduğunu da söyleyebiliriz tabii ki.
Ekin S.: Bana sorduklarında doğrudan tür söylemek yerine kullandığımız enstrümanları anlatmaya başlıyorum. Ama bu sayılanlar da olabilir.

Şarkıların sözleri, isimleri nefis. Ne dinler, ne okur, neyle ilgilenirsiniz?
Berna G.: Teşekkür ederiz! İkimiz de müzik dışında tam zamanlı işlerde çalıştığımız için, sanırım sözlerimiz, okuduklarımız ve izlediklerimizden çok yaşadıklarımızla şekilleniyor demek daha doğru. Belki de sözlerin basitliği de kısmen bundan kaynaklanıyor. Onun dışında benim mimarlıkta doktora olarak devam eden, Ekin’in de birkaç sene önce şehir ve bölge planlamada bitmiş üniversite hayatının getirdikleri özellikle yaşadığımız yerle ilgili çelişkileri sürekli gözümüze sokuyor sanki ve bu da olduğu gibi sözlerimize yansıyor.
Ekin S.: Çok teşekkürler! Çok fazla şey dinliyor, izliyor, okuyoruz. Onları saymak çok zor olur şu an ama ortak noktalardan bahsetmek gerekirse bizim gibi meseleleri olan şeylere ilgi duyuyoruz diyebiliriz. Suya sabuna dokunmayan, laylaylom şeyler bizi çekmiyor çünkü hayat öyle bir şey değil; biraz buhranlı, karanlık ve hatta biraz dramatik olmalı. Örneğin söz konusu müzikse en az tınılar kadar tavır da önemli. Tuhaf bir yerde yaşıyoruz. Birçok şeyin farkındayız. Kayıtsız kalmıyoruz. Şarkı sözlerimizi şekillendiren çok fazla meselemiz var bizim. Müzik yapmazken de bunlar hakkında saatlerce konuşmak sevdiğimiz bir şey. Çok dertli insanlarız biz, bu dertleri müziğe aktararak kendimize bir baş etme yolu bulabildik diyebiliriz. Neyse ki.

Elif Türkölmez
04.09.2010
Radikal Cumartesi

üzerinde ne var?


Meseleye aşinayız aslında. Sanat için balık derisini üzerine yamayanı da gördük, dana bağırsağını beline dolayanı da. Kuşbaşı löpleri ipe dizip boynuna asan da oldu, kuzuyu yüzüp omzuna atan da. Derisinden ayakkabı, kürkünden manto yapılmasını zaten geçtik. Kasap vitrinlerinde sallandırılmasına hayıflanmaya samimi bir empati bulmaksa uzak ihtimaldi. Ama yine de İtalyan kökenli ABD’li şarkıcı Lady Gaga’nın sekiz dalda ödül aldığı MTV ödülleri gecesine, üzerinde etten yapılmış bir kostümle çıkması olay oldu. ‘Et yemeden karnım doymuyor’ diyen en hassas veganla aynı tepkiyi verdi.
Gaga zaten yıkılan kıyafetlerin, çok konuşulan çizgi dışı kostümlerin kadını. Hani, üzerine dışkı bulayıp çıksa kimsenin de ‘Ne oluyor?’ demeyeceği türden bir ‘çatlak’. Ama iş böyle politik doğruculuğun elzem olduğu bir kulvar ve memlekette vuku bulunca yankısı büyük oluyor.
Geçen pazar yapılan tören öncesinde ‘insan haklarını’ savunmak için böyle bir ‘eylem’ planlayan Gaga modacısını arayıp “Bir şeyler yap ama bu sefer hakikaten tuhaf olsun” demiş. Arjantinli modacı Franc Fernandez de soluğu mahalle kasabında almış. Fernandez zaten her hafta küçük bir çocukken annesinin her pazar pişirdiği Arjantin’in geleneksel et yemeklerinden ‘matambre’ yapmak için et alırmış. Ama bu defa kasabı epey şaşırtmış: Günaydın, matambre’lik et istiyorum, 12 kilo, yağlı tarafından...

DeGeneres’i görünce yan çizdi
Gaga insan haklarını savunayım derken baltayı taşa vurdu ve bu defa hayvan hakları savunucularını karşısında buldu. Kendisi de bir vegan olan ünlü televizyon programcısı Ellen DeGeneres, “Vejetaryenlere bir özür borcun olduğunu düşünüyor musun?” diye sorunca da geri adım attı, “Onlar gerçek et değildi, modacım o kostümü gerçek ete çok benzeyen sentetik bir malzemeden yaptı” dedi.
DeGeneres daha da sıkıştırınca da cevabı, “Neden bu kadar tepki çektiğini anlamıyorum, ben her zaman tuhaf kostümler giyerim. Eğer inandıklarımızın arkasında durmaz ve haklarımız için savaşmazsak yakında sadece bir et yığını kadar hakka sahip olacağız! Ben sadece bunu göstermek istedim. Benden daha açık fikirli birini bulamazsın. Herkese saygı duyuyorum ve bunu vejetaryenleri üzmek ya da onlarla dalga geçmek için yapmadım. Bunun böyle anlaşılmasını istemem” oldu. Vogue Japonya’nın bu ayki kapağında da etten bir bikiniyle poz vermişti Gaga. Bu kostümleri ‘gerçekliğin’ altını çizmek için hazırlattığını ancak yanlış anlaşıldığını söyledi.
Kostümün gerçek etten yapılmadığını anlatıp yan çizse de ödül töreninde şarkıcının dehşet verici kostümüne yakın olanlar, üzerindekilerin hiç de sentetik olmadığını, pek de taze olmayan etin bir de spotlar altında pişerek iğrenç bir koku yaydığını söylüyor. Yine de en büyük şoku Gaga’ya En İyi Video dalında ‘Bad Romance’le kazandığı ödülünü vermek üzere sahneye gelen Cher yaşadı herhalde. Etten çantasını tutmasını isteyen Gaga’ya ne desin, ne kadar yaklaşsın, elini nasıl sıksın, öpsün mü yoksa koşarak uzaklaşsın mı bilemedi.

‘Biz et yiyemiyorken...’
Amerika’da hayvan hakları savunucuları anında tepki verdi. PETA, Gaga’yı saygısızlık ve düşüncesizlikle itham ederken, halktan şarkıcının albümlerini boykot etmelerini talep etti. Daha önce kürk giymediğini söylediği için PETA’nın sevdiği isimler arasında olan Gaga, bu son kostüm seçimiyle ciddi bir hayran kitlesi kaybetti. Şarkıcının vegan hayranları, ‘Kedisinden de şapka yapsın’ diye gürledi. ‘Etten kostüm mü? Hiç yaratıcı değil’ diye dudak büken sanat çevreleri olduğu gibi, ‘Kokar o’ diye yüzünü buruşturanlar da vardı. The Guardian okurlarına ‘Sizce bu veganlara saygısızlık mıdır?’ diye sordu, cevap büyük çoğunlukla ‘evet’ çıktı.
Forumlarda dönen yorumlar da genelde Gaga aleyhineydi. Ama yaptığını beğenen, eleştirisini anlayıp haklı bulan, sanata et, kan, meni, tükürük bulaştırmanın iyi bir şey olduğuna inananlar da yok değildi. Türkiye’de yapılan yorumlarsa şundan ileri gidemedi: Biz yemek için et bulamıyorken...
Sonuç ne olursa olsun, Gaga’nın yeni bir moda trendi yarattığı ve çok yakında onu takip etmek isteyen birilerinin kasapta kalça kapatmalık, meme örtmelik et dövdürteceği aşikâr. Bu arada bunun tencerede kaynayan etten, deri çanta ve ayakkabı kullanmaktan ya da ‘meat art’tan farkı olmadığını düşünenler de var.