'yıldız tilbe gerçek bir manyak' nokta jipeg koduyla saklanan bir fotoğraf
yıldız tilbe'nin yeni albümü yakında çıkıyor. olayı dıymuşsunuzdur, yıldız tilbe, istanbul caz festivali kapsamında türkiye'de bir konser veren marcus miller'la tanışmış, ona daha önce albümüne almak için izin istediği 'blast' şarkısından uyarlama 'oynama'yı dinletmişti. sevin okyay olayı kulisten şöyle anlatıyor:
Perşembe akşamı kulisin sürpriz ziyaretçisi ise Yıldız Tilbe’ydi. Elinde albümü, masada oturmuş etrafı izliyordu. İlk caz konseriydi, uzun süredir ilk defa bir konser onu böyle heyecanlandırmış. Hülya ile ona “Sing the Truth” ve “Mujeres de Agua / Suyun Kadınları” konserlerini salık verdik, cazın insanı hep heyecanlandırdığını söyledik. “Suyun Kadınları”yla ilgilendi, “Niye ben yokum?” diye sordu. Muhtemelen Javier Limon’un çalıştığı şarkıcılardan oluşan bir gruptur, dedik. Buika’yı severmiş. Sonra onu Marcus Miller’ın yanına çağırdılar. Çünkü Tilbe’nin albümüyle konsere gelme nedeni, bir Marcus Miller bestesi, sanırım “Blast”. Tilbe parçayı çok beğenmiş, İKSV aracılığıyla Miller’dan izin almış. Burada olduğunu duyunca da albümünü getirmiş. Önce ben, sonra Pelin Opcin ona çevirmenlik yaptık. “Bu hanım,” dedim, “Türkiye’nin en iyi şarkıcılarından biri. Bir parçanız için sizden izin istemiş.” Miller, “Ha, sen o muydun?” dedi. Vakıf’tan arayıp durumu bildirmişler, o da kabul etmiş. Memnun olmuş görünüyordu. Tilbe, albümünü ona verdi ve şarkıyı orijinal parçanın üzerine okuyacağını söyledi. Böyle hoş bir müzisyen buluşmasıydı. Albümü de çok merak ettik.
albümü çok merak etmedik, meraktan ölüyoruz. yıldız'ı çok seviyoruz ve blast'ın üzerine yazılmış türkçe sözlerle 'oynama'yı dinleyerek avunuyoruz.
22 Temmuz 2011 Cuma
miss pizza'ya çok pis laflar hazırladım
o değil de 'harika avcı pembesi' ruj istiyorum
Cumartesi gecesi İstanbul Caz Festivali kapsamında, ‘Radikal Yazarları Çalıyor’ başlığı altında biz üç-beş yazar çalmaya gittik Miss Pizza’ya. Söz konusu mekan, dünyanın dört yanından insan ağırlayan, son dönem Taksim’in gururu, pek popüler, pek modern, pek renkli Tünel’de bulunmakta.
Saat 22.00 itibarıyla sevgili Elif Ekinci bize ayrılan küçük köşede İngiltere dolaylarından Caribou ile başladı çalmaya. Ardından Pınar Öğünç, Cezayir’den Tunus’tan esintilerle geldi. Sonra Nazan’dan Kardeş Türküler geldi ve sıra bana geldi.
White Stripes ile başlayıp System of a Down’la devam eden play list’imde sıra Koma Amed’den ‘Hay Nik Na’ya geldiğinde, saat 00.00 itibarıyla bizden sonra çalmaya başlayacak mekanın DJ’i, ben parçanın coşkusuyla DJ kabininden çıkıp dans etmeye başlamışken, bizlere teknik yardım sağlayan gencin yanına geldi. Pis pis bakmaya başladı. Bütün coşkumu tek bir bakışla yerle bir etti. İşte biz bunlara tiran diyoruz…
Tiran gittikten sonra teknik yardımcıya “Ne oldu, bir sorun mu var?” dedim. O da bana “Biz bu dili bilmiyoruz da” dedi. İkinci tiran da hoş geldi. Arapça biliyor muydu bu adamlar, İngilizceyi sular seller gibi biliyor muydular, Fransızca biliyor muydular da sıra Kürtçe’ye geldiğinde müstehzi müstehzi “Biz bu dili bilmiyoruz da” diyebiliyorlardı.
Koma Amed’in aynı parçasını iki sene önce İTEF (İstanbul Edebiyat Festivali) kapsamında Ghetto’da düzenlenen yine bir ‘Yazarlar Çalıyor’ partisinde çaldığımda Kürt arkadaşlar telefonlarıyla yurtdışındaki arkadaşlarına dinletmişler ve “Ghetto gibi bir yerde Kürtçe çalıyor” diye sevinmişlerdi. Sevinçleriyle üzülmüştüm.
Bu sevincin günahını herkesin düşünmesini istediğimden ve elbette ki ‘Hay Nik Na’nın coşkusundan dolayı tekrar çalmak istedim işte şarkıyı. Bu defa üzülmedim ama, bu defa sinirlendim. Sinirlendiğim için de bir sonraki parçayı es geçip bir daha çaldım. İnadına. Zamanımız azaldığı için son parçayı çalmamam istendiği halde hem de. Böylece ne oldu, ‘düzen’ dediğiniz şey iki dakikada bozuluverdi. Bu küçük, bozulan ‘düzen’ örneği, anlayamadığınız, ‘terör’ diye kesip attığınızı da anlamaya yardımcı olacaktır. Hatta biraz zorlarsanız geçen sene Mersin’de sonu ölümle biten ‘Kürtçe müzik çalmadı’ cinayetini de anlayabilirsiniz.
Koma Amed, 1988’de kurulduğunda Kürtçe şarkılarını kayıt edecek stüdyo dahi bulamıyordu. Kanlı yıllar 90’lı yıllarda ellerinde silah değil gitarları vardı.Yaptıkları müziği dağıtmalarına izin yoktu. İzin çıktığında ilk sesleri ‘Kulilka Azadi’ (Özgürlük Çiçeği) oldu. İkinci albümleri ‘Dergûş’, bendeki tek albümleri. Ve artık daha kıymetli.
Bu tiran arkadaşlara ilk iş olarak ‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ belgeselini izlemelerini tavsiye ediyorum. Son olarak da ‘Hay Nik Na’ tekrarı sebebiyle bir tanecik bile parça çalamayan canım Elif Türkölmez’den özür diliyorum. Elif’ten Esengül, Tüdanya, Yıldız Tilbe ve Amy Winehouse dinleyemedik. Şundan eminim ki o tiranlar Elif’in çalacağı bu dili de bilmiyorlardı. Miss Pizza kitlesinin dilinde yoktur böyle pütürler…
neyse orada çalamadık, iyi ki de çalamadık. ama playlist şöyleydi, güme gitmesin...
bergen/ acıların kadını
ayşe mine/ talih
tüdanya/yaktı gidiyor
esengül/taht kurmuşsun kalbime
harika avcı/sürünüyorum
yıldız tilbe/el adamı
amy winehouse/back to black
'acılı olsun' diyen kadınlara gelecekti, gelemedi. Ama yakında başka bir yerde bağıracağız 'acılı olsun'...
selami şahin romeo&juliet konseri
bizim uğur'la bir selami şahin konseri maceramız var. Bir türlü yazamadım ama çok eğlenmiştik. Tıpkı, Alphaville'in mahallemize gelip, ayağımızda konser vermesi hikâyesini yazamadığım gibi, ama yakındır onu da yazacağım...
Neyse, Selami Şahin Romeo&Juliet'te sahneye çıkacakmış, kaçırmak olmaz. Önce Documentarist'in kapanışını yapıp, Taksim'de muhtelif yerlerde duvarlara yansıtılan belgeselleri izleyip, bira içiyoruz. sonra ertuğrul abi'nin timoni'deki vedasına uğrayıp, romeo&juliet'e geçiyoruz. tabii ki biraları bakkaldan alıp...
millet masalara oturmuş, rakı içiyor, ara sıcaklar, paçanga börekleri, yoğurtlu semizotu salataları filan... biz bahçeye çıkıp çimenlere oturuyoruz. selami şahin biraz geç çıkıyor. özledim, seninle başım dertte, tapılacak kadınsın, sana muhtacım, ben bir tek kadın sevdim, alışmak sevmekten daha zor geliyor, yalan, gözler kalbin aynasıdır, ben sevdalı sen belalı, seni seviyorum derken arapça şarkılar söylemeye oradan da türkçe pop söylemeye başladı. her şarkının hikâyesini anlattı. 'özledim'in hikâyesi nereden baktığınıza bağlı olarak gayet tırt da romantik de gelebilir ama biz uğur'la şarkının yazıldığı kişiyle yan yana durduğumuz için aşırı beğenmiş gibi yaptık. çünkü selami şahin'in 20 yaşında görünen 45 yaşındaki karısı didem şahin gözümüzün içine bakıyordu. abla bir de agresif, korktuk... hikâye şu: selami şahin bir gece eve geç geliyor (anladığımız kadarıyla aslında bir değil iki değil...), didem hanım yastık izi çıkmış yüzüyle "git, nerede sabahladıysan orada uyu" deyip bir sarhoşa asla yapılmaması gereken bir hareket yapıp adamı kovuyor. adam da, selami yani, oracıkta, 'Özledim'i yazıyor. ben olsam duşa filan girerdim, ya da gider içerde uyurdum, insan böyle böyle sanatçı oluyor tabii...
aslında uzun süredir hiç bir konserde bu kadar dans etmemiş, hüzünlenmemiştik. uğur çok dans etti, ben biraz şaşkındım.
bir de bir ara garson bakkal birasını çaktı, 'ama yani ayıp' filan dedi. biz de üste çıktık, 'size ayıp, çok pahalı satıyosunuz' filan dedik. neyse ki işletmecisi iyi bir insanmış, "arkadaşlara bardak getir" dedi garsona, bardağa döküp içtik, kutuyu göstermedik kimseye, adama teşekkür ettik.
çıkışta şu şarkıyı söyleye söyleye yürüdük, iyi ki geldik, dedik.
20 Temmuz 2011 Çarşamba
rock'n coke 2011

Rock’n Coke’un ikinci gününde ana sahnede arzı endam eden ilk ekip Gripin’di. Herkes bir önceki geceden uykusuz, çapaklı ve aç olduğu için sahne pek kalabalık değildi. Friendly Fires çıkınca ortam hareketlendi. İngiliz dans-pop topluluğu henüz ikinci albümün turnesinde ama bu kadar kısa sürede iyi hayran yapmış. Bağıranı çağıranı çoktu.
Athena 19.00 gibi çıktı sahneye. ‘Öpücük’ bazı festivalcilerin hislerine tercüman olunca coşku arttı. Rock’n Coke’un güzel anları tam güneş batarkenki vakitlerdi. Hava serinliyor, ortam şeftali rengine bürünüyor, bünyede bir huşu vuku buluyor. Tuvalet kokusu da, bira sırası da canını sıkmıyor. Skunk Anansie de işte tam o vakitlerde sahnede. Deborah Anne Dyer, esas bildiğimiz ismiyle Skin, siyah renkli, parlak bir tulum giymiş. Üzerinde yanar döner bir aksesuvar. Ama ikinci şarkıdan sonra çıkarıyor, az sonra yapacaklarının sinyalini verir gibi, gidip platform topuklu ayakkabılarını da değiştiriyor, gri düz, bağcıklı bir bot giyiyor. Sonrası çok acayip. Sahnede basmadık yer bırakmıyor, davulun üstü dahil… İki kez seyircinin arasına karışıyor, ‘stage dive’ doymuyor. O sırada, “Bir insan bu haldeyken nasıl şarkı söyleyebilir?” dendiğini duyuyorum. ‘Hedonism’, ‘Weak As I Am’, ‘I Have Had Enough’, ‘Charlie Big Potato’, ‘Because Of You’ gibi hitleri seyirciyle birlikte söylüyor, coşkusuna eşlik etmeyeni gördü mü yapıştırıyor: Siz Travis için geldiniz herhalde…
Skin’le yükselen tansiyonları Paolo Nutini toparlıyor. Ortam sakinleşiyor, sahne önü bir elinde bira bir elinde sevdiceğinin eli olanlarla doluyor. Nutini’nin gitarlı harmonikalı müziğini ‘bayık’ bulanlar var. “Çay bahçesi mi burası?’ ve ‘Country Festivali’ne mi geldik?” diyeni duydum. Gerçi nerede duyduğumu da söyleyeyim. Tuvaletler tahmin edileceği üzere çok pis. Duyum aldık, VIP’de temizmiş. Oraya nasıl girilir? VIP arkadaş bulmak lazım. Neyse ki tanıdığın tandığı filan derken bulundu, ondan bileklik alındı, takıldı ve festival boyunca ilk kez suyu akan, sifonu ve hatta tuvalet kâğıdı olan bir tuvalete girildi. Hezarfen’de hayatta kalmak zor, herkes kendi yöntemini buluyordu. Orada da idrak ettik yani: ‘Dayı’n yoksa öl...
Travis’i dinlerken ellerimi sabunla yıkayabilmiş olmanın mutluluğu vardı bünyede. 90’ların başında kurulan Brit-pop’un ‘içten’ ekibi, geldi, mırıl mırıl çaldı. Solist Francis Healy’nin yeni babalığı gruba sirayet etmiş, artık daha ‘olgun’ bir Travis var karşımızda. Bir de Healy’nin, tıpkı babam gibi “Siz de anne baba olunca anlarsınız” demesi bu değişimin bariz göstergesiydi. “Hadi bu şarkıyı onlara ithaf edelim, anne babalarımıza…” dedi ‘Closer’ı çaldı. ‘Sing’, ‘Flowers in the Window’, ‘Love Will Come Through’, ‘Side’ hep beraber söylendi. ‘Why Does it Always Rain On Me’ ile bitirdi.
Moby’yle barıştım
Moby beklenenden geç çıktı. Hit parçalarını çaldı, yorgunluktan ölenleri bile zıplattı. Ben Moby’yi pek sevmezdim, New York’ta sahibi olduğu vegan kafe ‘Teany’ hakkında “Kendi şarkılarımı çalmıyorum, yani burası şehirde Moby çalmayan tek yer. Beni sevmeyen buraya gelsin, ben de hep buraya geliyorum” diyebilen bir adam olduğu için sempati duyardım ama önceki geceden beri barıştık galiba, benim için ‘hayırlı’ bir konser oldu yani.
Motörhead’in fazla sinir yapmamasını profesyonellik ve anlayışla yorumlamak mümkün. Ancak Lemmy iğneleyici olmaktan da geri kalmadı, “Sizin gibi seyirci görmedik, muhteşemsiniz”, “Keşke 20 yıl önce gelseydik” sözleriyle hissiyatını belli etti. Buna rağmen, biraz sertliği kısarak ama enerjiyi hiç yitirmeden harika bir performansla, ‘Ace of Spades’ ve ‘Overkill’ gibi efsaneleri de sona saklayarak sahneden ayrıldılar.
Athena 19.00 gibi çıktı sahneye. ‘Öpücük’ bazı festivalcilerin hislerine tercüman olunca coşku arttı. Rock’n Coke’un güzel anları tam güneş batarkenki vakitlerdi. Hava serinliyor, ortam şeftali rengine bürünüyor, bünyede bir huşu vuku buluyor. Tuvalet kokusu da, bira sırası da canını sıkmıyor. Skunk Anansie de işte tam o vakitlerde sahnede. Deborah Anne Dyer, esas bildiğimiz ismiyle Skin, siyah renkli, parlak bir tulum giymiş. Üzerinde yanar döner bir aksesuvar. Ama ikinci şarkıdan sonra çıkarıyor, az sonra yapacaklarının sinyalini verir gibi, gidip platform topuklu ayakkabılarını da değiştiriyor, gri düz, bağcıklı bir bot giyiyor. Sonrası çok acayip. Sahnede basmadık yer bırakmıyor, davulun üstü dahil… İki kez seyircinin arasına karışıyor, ‘stage dive’ doymuyor. O sırada, “Bir insan bu haldeyken nasıl şarkı söyleyebilir?” dendiğini duyuyorum. ‘Hedonism’, ‘Weak As I Am’, ‘I Have Had Enough’, ‘Charlie Big Potato’, ‘Because Of You’ gibi hitleri seyirciyle birlikte söylüyor, coşkusuna eşlik etmeyeni gördü mü yapıştırıyor: Siz Travis için geldiniz herhalde…
Skin’le yükselen tansiyonları Paolo Nutini toparlıyor. Ortam sakinleşiyor, sahne önü bir elinde bira bir elinde sevdiceğinin eli olanlarla doluyor. Nutini’nin gitarlı harmonikalı müziğini ‘bayık’ bulanlar var. “Çay bahçesi mi burası?’ ve ‘Country Festivali’ne mi geldik?” diyeni duydum. Gerçi nerede duyduğumu da söyleyeyim. Tuvaletler tahmin edileceği üzere çok pis. Duyum aldık, VIP’de temizmiş. Oraya nasıl girilir? VIP arkadaş bulmak lazım. Neyse ki tanıdığın tandığı filan derken bulundu, ondan bileklik alındı, takıldı ve festival boyunca ilk kez suyu akan, sifonu ve hatta tuvalet kâğıdı olan bir tuvalete girildi. Hezarfen’de hayatta kalmak zor, herkes kendi yöntemini buluyordu. Orada da idrak ettik yani: ‘Dayı’n yoksa öl...
Travis’i dinlerken ellerimi sabunla yıkayabilmiş olmanın mutluluğu vardı bünyede. 90’ların başında kurulan Brit-pop’un ‘içten’ ekibi, geldi, mırıl mırıl çaldı. Solist Francis Healy’nin yeni babalığı gruba sirayet etmiş, artık daha ‘olgun’ bir Travis var karşımızda. Bir de Healy’nin, tıpkı babam gibi “Siz de anne baba olunca anlarsınız” demesi bu değişimin bariz göstergesiydi. “Hadi bu şarkıyı onlara ithaf edelim, anne babalarımıza…” dedi ‘Closer’ı çaldı. ‘Sing’, ‘Flowers in the Window’, ‘Love Will Come Through’, ‘Side’ hep beraber söylendi. ‘Why Does it Always Rain On Me’ ile bitirdi.
Moby’yle barıştım
Moby beklenenden geç çıktı. Hit parçalarını çaldı, yorgunluktan ölenleri bile zıplattı. Ben Moby’yi pek sevmezdim, New York’ta sahibi olduğu vegan kafe ‘Teany’ hakkında “Kendi şarkılarımı çalmıyorum, yani burası şehirde Moby çalmayan tek yer. Beni sevmeyen buraya gelsin, ben de hep buraya geliyorum” diyebilen bir adam olduğu için sempati duyardım ama önceki geceden beri barıştık galiba, benim için ‘hayırlı’ bir konser oldu yani.
Biraz tersten gitmiş gibi olacak ama şimdi de ilk günden söz edeyim. İlk gün, biraz geç gittim festivale. Zira gazete geç bitti. Yine de Duman'a yetiştim, The Kooks'un ise sadece son iki şarkısını, o da alana girerken filan duyabildim. Basın çadırı kalabalık, uzamak lazım. Bir tane rock'n coke kartı çıkartıp bira almak duman'a hazırlanmak lazım. duman, benim şu hayatta sevdiğim bir kaç ekipten biri, yerleri ayrı, o yüzden heyecanlıyım. şu kart meselesi can sıkıcı, kuyruk uzun ama zaten festival biraz da sıraya girmek demek olduğundan ses çıkartmıyoruz. nihayet elimizde bira var: sıcak, beklemiş ve yedi lira ama olsun. zaten onlar da bizim 'olsun' diyeceğimizi bildikleri için yapıyorlar bunu, soyuyorlar... duman her zamanki gibiydi: çok iyi, sıkılmış, sakin, tadına doyulmaz... kaan yine hem mutlu, hem sıkılmış görünüyordu. haklı, güneş gözüne gözüne girerken gülümsemek zor. sahne, doğuya kurulmuş, güneş sahnenin karşısında batıyor, dolayısıyla 19.00 ile 21.00 arasındaki konserler zor oluyor, onlar için, bize göreyse dediğim gibi şeker şurup...
Sırada Motörhead var. Umut o kadar güzel anlatmış ki tembellik yapıp onun Motörhead yazısını alıntılayacağım:
Motörhead faciası’nı analım
Motörhead’i Türkiye’ye getirmek kolay bir karar değil. 1998 senesinde yaşanan ve ‘Motörhead faciası’ olarak tarihe geçmiş bir konser iptali var. Konsere bir hafta kala bilet satışlarının 50’yi bile bulmaması üzerine organizasyon firması etkinliği iptal etmişti ve grup, Türkiye’ye bir daha gelmeyeceğini açıklamıştı. Aradan 13 yıl geçti ve Motörhead, kendisini ne kadar tanıdığı meçhul bir kuşağın karşısına, hiçbir kırıklık ve önyargı taşımadan çıktı. Motivasyonları yüklü, davulcuları müthiş ve vokalist Lemmy’nin yakıtı tamdı. Bununla beraber seyircinin çoğunluğunda hissedilir bir ilgisizlik vardı, ilk arıza da şarkılarından birini hep beraber söyleme denemesinde ortaya çıktı. Bilmediği şarkıyı mırıldanmaya çalışan seyirci için yapılacak pek bir şey yoktu. Şimdilerde 50’lerinde olan asıl kitle belli ki toz toprak ortamına ilgisini artık kaybetmişti. Tabii konserin hakkını veren bir azınlıktan söz etmek de mümkün. Kalabalığın berisinde aralarında Gırgır döneminin ünlü karikatüristi Aptülika’nın da bulunduğu bir ‘ihtiyar kurt’ grubu halinden memnun, eklem ağrısına yol açmayacak dozda ‘headbang’ yaparak saçlarını savuruyordu.Motörhead’in fazla sinir yapmamasını profesyonellik ve anlayışla yorumlamak mümkün. Ancak Lemmy iğneleyici olmaktan da geri kalmadı, “Sizin gibi seyirci görmedik, muhteşemsiniz”, “Keşke 20 yıl önce gelseydik” sözleriyle hissiyatını belli etti. Buna rağmen, biraz sertliği kısarak ama enerjiyi hiç yitirmeden harika bir performansla, ‘Ace of Spades’ ve ‘Overkill’ gibi efsaneleri de sona saklayarak sahneden ayrıldılar.
İlk günün bir diğer önemli konseri Limp Bizkit'di. Benim özel olarak sevmediğim bir ekip Limp Bizkit. Ama orijinal olduklarını düşünüyorum, hele gitarist Wes Borland acayip ilgimi çekiyor. Ucube kılığının ve gitar sololarının hastasıyım. Sırf bunun için bile heyecanlıyım. Ama yanımda iki Limp Bizkit hayranı var. 30 yaşını geçmelerine rağmen ergen gibi dinliyorlar konseri. (Ceren ve Berge lafım size:)) Fred ne dese bağırıyorlar, ne söylese beğeniyorlar... 'Chocolate Starfish'le açılış yapılıyor, hemen ardından 'My Generation' geliyor. Sonra 'Livin' It Up'... grup en bilinen şarkıları ard arda çalınca seyirci de coşuyor. Fred Durst bir ara seyircinin yanına iniyor, bir kaç şarkıyı seyircinin arasında söylüyor. Bir ara, 'istek var mı?' diye soruyor. Önlerden biri bağırmış olacak ki, 'Smells Like Teen Spirit' çalmaya başlıyorlar. Ama Fred'in 'hayır, hayır'ıyla şarkı başlamadan bitiyor: şaka yaptık, daha neler...
Konser bitiminde Fred Durst seyirciden ayrılamıyor, sahneyi geri geri yürüyerek terk ediyor. Ve başlıyor: Eye Of The Tiger çalmaya... Yakışır..
Çok yorgunuz, Berrin basın çadırında uyuyor, yanına gidiyorum, üstüne sarı bir havlu örtmüş, Fred'e küfrediyor, çok bağırıyormuş, uyuyamıyormuş. Kendime bir bardak çay alıyorum, hava soğudu, çok esiyor, çay iyi geliyor... Ertesi gün iş var, 2MANYDJ'S'i üzülerek kaçırıyoruz. Yorgunuz ama şunu diyebiliyoruz: Hakikaten değdi. Mesela Lemmy'yi gördük, ki bir daha zor...
Festivalden notlar:
Fiyatlar tabii ki, her festivalde, her konserde olduğu gibi pahalı.
En çok pizza yendi, en çok bira içildi. Çünkü en makul fiyatlı ve hızlı hazırlanan yiyecek içecek onlardı.
Yarım bıraktıkları pizzayı yere atan insanlar gördüm. Bir de pizzanın üstünü yiyip, alt kısmını çöpe atanlar... Bu kalabalık ortamlardaki yemek içmek israfı canımı çok sıkıyor zaten. Herkes sadece tüketmeye gelmiş, normal alışkanlıklarından farklı olarak 'çok tüketiyor', can sıkıcı. bi sakin...
Festival emekçileri çok sabırlı ve sıcağın altında çalıştıkları halde kibar, yardımseverdi. Bira satan kıza, hamburger yapan oğlana teşekkür.
Burası Türkiye dedirten sesler duyduk. “Su var mı?” diyene, “Ayran var” diyen satıcı mesela.
Sunucu iyi ki Şafak Ongan’dı. Tanıdık sesi; her grubu bilen, tanıyan hali güven verdi. Çok yoruldu, sesi zaman zaman çatallandı bir de Friendly Fires'ı, Friendly Fries olarak söyledi ama olsun...
Gündüz çok sıcak olan Hezarfen’de geceler ayazdı. Çok üşüdük, çok.
Beş tane boş bira bardağı çöpü getirene bir bedava bira vardı, maksat çöpler yerde birikmesin. Ama bu uygulamaya yüz veren yoktu.
Hezarfen’e giderken içinden geçilen Roman köyü festivalcilere ne kadar kızsa azdır, gürültüden, kalabalıktan rahatsız oldular... Hele, festivalcileri taşıyan çift katlı otobüsü gören küçük kızın otobüse, hayatında ilk kez gördüğü bir canavara bakar gibi bakışları… Çok şey anlatıyordu.
duman, seni kendime sakladım çalarken...
Sayılarla Rock’n Coke:
Festivale iki gün boyunca 45 bin kişi katıldı.
Toplam 7256 adet çadır kuruldu.
Festival için yaklaşık 10.000 kişi çalıştı.
1700 noktadan serinletme yapıldı.
600 kişilik Jandarma ekibi çalışmalara destek verdi.
200 bin litre içecek tüketildi, 80 ton buz kullanıldı.
Festivale 24’ü yabancı toplam 60 grupta 350’den fazla müzisyen sahneye çıktı.
Etiketler:
duman,
limp bizkit,
moby,
motörhead,
rock'n coke 2011,
skunk anansie,
travis
18 Temmuz 2011 Pazartesi
tişörtü olsa giyeriz

Kimisinin kafasında vazo kırdığı, kimisi için kendini camdan attığı üç koca devirdi, iki çocuk, beş bin plak yaptı. Çıkmadık sahne, söylenmedik eser bırakmadı. Kekeme ‘Hikmet’ten diva Müzeyyen yaratan, Atatürk’e şarkı söyleyip, sahnede rakı kadehine takla attıran Müzeyyen Senar 93 yaşında
Hiç unutmuyorum, bir söyleşisine “50 yıldır belim ağrıyor” diye başlıyordu. Ah, uh derken bel ağrısının sebebine gelince sıra, “E, üçüncü katın penceresinden attım kendimi aşağıya, kömürlüğe düştüm, genceciktim hem de. Ne yapayım kurtulmak istedim, hayattan da, o adamdan da, ailesinden de...” diyordu. “Kim o adam?” sorusuna, yanında oturan kızı Feraye’yi gösterip, “Bunun babası işte, Ercüment. Galatasaray’da top oynardı. İki sene Ankara’da dolaştık, sonra İstanbul’a yollamaya kalktı beni, ailesi istememişmiş güya, ben de kıydım canıma.” diyordu. ‘Kıydım canıma’yı, ‘e, attım kendimi aşağıya’yı, ‘tuzluğu uzatır mısın?’ der gibi söylüyor, beş dakika sonra bütün o acıları yaşayan kendisi değilmiş, topçu Ercüment için kömürlüğün üstüne atlayıp belini kıran bir başkasıymış bambaşka bir hikaye anlatıyordu: Ben bir kez âşık oldum aslında, o da Suudi Arabistan sefiriydi. Evlendik, sefire oldum. Ama şarkıcı olduğum için hükümeti istemedi, ayırdı bizi, muhteşem bir adamdı...
Müzeyyen Senar, böyle dobra, müdanasız ve cesur bir kadın. “O gece defterim Atatürk’te kaldı.” gibi bir cümle kurabilecek kadar acayip bir hayatı var. Kıskanç kocanın kafasına çekinmeden vazo geçiriyor, Atatürk’le dans etti diye kıskanınca da boşuyor, İstanbul’a tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi tahta bavulunu kapıp tek başına geliyor, kekeme ‘Hikmet’ten diva Müzeyyen yaratıyor...
Güzel ses anneden...
Müzeyyen Senar’ın babası, Cerrah Mehmet lakaplı bir kıraathane işletmecisi, annesi ise güzel Kuran okuması ve bülbül sesiyle ünlü köylü kızı Zehra. 1909 yılında evleniyorlar, Hemen ertesi yıl Senar'ın ablası İsmet, 1915'te de abisi Hilmi dünyaya geliyor. Aile; İsmet ve Hilmi'yi, Zehra Hanım'ın İstanbul'd oturan ve çocuğu olmayan kız kardeşine veriyor. Fakat iki çocuğu yolladıktan hemen sonra yeniden hamile kalıyor. 18 Temmuz 1918'de Bursa'nın Pınarbaşı Köyü'ndeki evlerinin oturma odasında, Senar dünyaya geliyor. İsmini Hikmet koyuyorlar. Bir kaç ay sonra bebeğin nüfus cüzdanını çıkarması için şehre gönderdikleri enişte, ‘yapamadım’ diye diye dönüyor. Elindeki nüfus cüzdanını uzatıp ekliyor: Yapamadım, bu çocuğun adının Hikmet olmasına gönlüm el vermedi, yakıştıramadım, Müzeyyen yazdırdım.
Zehra Hanım, kızı doğduktan sonra da mevlitlere gitmeye, 40 Kuran’ı, mukabele filan okumaya devam ediyor. Müzeyyen altı yaşındayken, mevlitlerde annesine eşlik etmeye başlayınca millet hayrete düşüyor. Herkes ‘güzel sesli küçük kız’dan bahsedip sonuna ‘maşallah’ı eklemeyi unutunca nazar değiyor, Müzeyyen bir sabah kekeme olarak uyanıyor. Ama şarkı söylemede sorun yok, o günleri “Tuzluğu bile nağmeli isterdim” deyip gülerek anıyor.
Türk filmi gibi
1920'lerin başında Yunan işgali yıllarında Cerrah Mehmet Bey, Yunanlı askerlerin 'cinsel hastalıklarını' tedavi ederek çok para kazanıyor. Ardından eve gelmemeye, kandili her gece başka bir yerde söndürmeye başlıyor. Müzeyyen dokuz yaşındayken annesi evi terk ediyor. Bundan sonrası hakikaten Türk filmi gibi. Üç yıl sonra Müzeyyen, babasının cebinden aşırdığı iki lirayla evden kaçıp İstanbul'a gidiyor ve adresini bile bilmediği annesini buluyor. Okula başlıyor. Müzik hocası sayesinde Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne kaydoluyor. Burada kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde eğitim görüyor. 1932'de Radyo Evi'nde işe başlıyor. Sonra geldin 'ekstralar'... Bevlü Gazinosu'nda sahne alıyor. Sahneye çıkmak için getirdiği 'solo yapma' şartı ile Senar, Türk gazino tarihinde solistlik müessesesini başlatan ilk sanatçı oluyor.
Üç kere evleniyor. Meksika’da üç kocayı deviren kadınlara ‘adam yiyen’ dendiğinden haberi var mı bilmem ama bilse kahkahayı basacakmış gibi duruyor. İlk nikah, 1935'te, hayatı boyunca taşıyacağı Senar soyadının sahibi Ali Senar. 1943'te Ercüment Işıl'la, 1953'te Suudi Arabistan Sefiri Tevfik Hamza Bey'le nikâh masasına oturuyor. Ama “Ben kimseyi sevmedim, hep adamlar bana âşık oldu.” diyor.
Paris’te konser
İlk yurt dışı konserini Paris'te veriyor. Türkiye'de neredeyse sahneye çıkmadığı gazino kalmıyor. En çok ‘Haydar Haydar’, ‘Ormancı’, ‘Feraye’, ‘Benzemez Kimse Sana’yı söylüyor, sahnede rakı bardağını çevirmesiyle, çok iyi rakı içmesiyle ve elmayı çat diye ortadan ikiye bölmesiyle hatırlanıyor. 10 Haziran 2004'te özel bir etkinlik olan '70. yıl' konserinde, Tarkan, Ajda Pekkan, Nilüfer gibi birçok sanatçıyla birlikte sahneye çıkıyor. Bir daha da sahneye çıkması doktoru tarafından yasaklanıyor. Daha doğrusu, ‘en fazla beş dakika, çok özel birşey olursa’yla kısıtlanıyor. Senar’ın son zamanları artık hep ‘çok hasta’, ‘Bodrum’daki evinde ilgisizlik ve vefasızlıktan şikayetçi’, ‘Sibel Can’la küs mü?’gibi cümlelerle anılıyor. Bir de Bülent Ersoy’a kaptırdığı pırlanta küpelerle... Ersoy, Senar’ın sahneye çıktığı yere gidiyor, programdan sonra kendisine bir küpe hediye etmek istiyor. Senar’ın küpelerini çıkarıp, kendi getirdiği küpeleri takıyor. Sonradan anlaşılıyor ki, hediye küpeler imitasyon, Senar’ın kulağından çıkarıp çantasına attığı küpelerse gerçek pırlantaymış. Senar küpelerini istiyor, Ersoy, ‘ne münasebet’ diyor, filan... Türkçe aratırsanız en çok çıkanlar bunlar da, başka bir dilde aratınca divanın hiç duymadığınız eserleriyle karşılaşıyorsunuz, sadece se kayıtları var, ‘Evlerinin önü mersin’, ‘Ben seni unutmak için sevmedim’, ‘Fikrimin ince gülü’...
Senar, 5 binden fazla plak doldurdu, 2008’de Devlet Sanatçısı ünvanını ve ‘Cumhuriyet’in divası’ lakabını aldı, Feraye Işıl ve Ömer Işıl adında iki çocuğu var, Bodrum’da yaşıyor, sesini artık tamamen kaybettiği ve sol tarafının da felçli olduğu söyleniyor... Ama biz onu dudağının üstündeki beniyle, çiçekli elbisesi, elindeki rakısı, elmasıyla, dilinde de bir ‘Kırmızı Gülün Ali Var’, bir ‘Huysuz ve Tatlı Kadın’la anıyor, seviyoruz. Tişörtü olsa giyeriz.
“Bu saçların hali ne?”
Müzeyyen Senar’ı, 1936 yılının aralık ayında Atatürk’e şarkı söylemesi için Dolmabahçe Sarayı'ndan çağırıyorlar. Masada devrin tanınmış kişileri var. Yaver Müzeyyen Senar ile eşi Âli beyi takdim ediyor. Müzeyyen Senar çok heyecanlanıyor. Atatürk, Senar’ı yanına çağırıyor, şefkat gösteriyor, repertuar defterini inceliyor. Sonra birden kaşlarını çatıyor, “Bu saçların hali ne?” deyip yavere işaret ediyor. Yaver, “Lütfen beni takip ediniz Müzeyyen hanım” deyinve Senar, “Korkudan öleceğim” diye düşünüyor. Biraz sonra eşi Âli Senar da içeri giriyor. Yaver “Merak etmeyin efendim, berberimiz sizin saçınızı ve eşinizin bıyığını kesecek” diyor. Senar, sonradan öğreniyor, Atatürk Senar’ın ensesine topladığı saçları beğenmemiş ve ‘modern’ bir görünüm için saçlarının kesilmesini istemiş. “Nitekim berber saçlarımı alagarson kesti. Birden görünümüm değişmişti. Âli de bıyıklarını kaybetti." diyor Senar. Daha sonra yine Atatürk tarafından Bursa'ya çağrılıyor ama içi müsterih: Önce Taksim'de berber Vili'ye koştum. Biraz uzamış olan saçlarımı kestirip maşayla ondüle yaptırdım. Sevinçten uçuyordum." Savarona'dan çağrıldığında ise içi daha da rahat: Saçlarım zaten uzun değildi. O bakımdan müsterihtim.
15 Temmuz 2011 Cuma
maaile bon jovi dinliyoruz...
Adeta bir Parisien’mişçesine metroyla konsere gidiyoruz. İçersi kırklarında, siyah tişörtlü adamlar ve kadınlarla dolu. 18 yıl evvelki konserden farklı olarak bu kez göbekli ve çocuklular.
Yol bulmak zor. Binlerce insan başı kesik tavuk gibi meydanda dolanıp giriş kapısını arıyor. Yönlendirme tabelası yok, görevliler canından bezmiş, cevap bile vermiyor. Bon Jovi ilk şarkıya pek çok kişi giriş kapısını bulmaya çalışırken başlıyor, on dakika erken. ‘Raise Your Hands’e dışarıdan eşlik ediyorum, koşarak, detone detone bağırarak... Bon Jovi “Merhaba İstanbul” diyor, ‘You Give Love A Bad Name’le devam ediyor. TT Arena’da yaklaşık 40 bin kişi var ve büyük bölümü şarkıların tamamına eşlik ediyor. Romantik çiftler erken davranıp daha üçüncü şarkıda yumuluyor, öndeki/yandaki kız ha bire tweet geçiyor ama bunu yaparken ayağıyla ritim tutmayı ihmal etmiyor. 90’lar kuşağının “Ha şöyle” dediği ‘Its My Life’ çalarken bir bira almak için büfeye yöneliyorum. İlki, “Bira bitti” diyor. İkincisi, “Kaç tane alacaksın?” diye soruyor. Nihayetinde 10 lira verip bir bardak sulandırılmış bira alabiliyorum. Onun da yarısı köpük. Bu arada su 2,5 lira, dışarıda satılan Bon Jovi tişörtleri 25. Bu manzaradan sonra Demet Akalın’ın tweet’i daha manalı geliyor: Maaile Jon Bon Jovi dinliyoruz ama Power FM’den.
Born To Be My Baby, We Weren’t Born to Follow, Lost Highway, Blaze of Glory, In These Arms, We Got It Goin’On derken Bon Jovi, benim ortaokulda bando takımında giydiğim sırma şeritli kırmızı üniformaya benzer ceketini çıkarıyor. Herkes çığlık atıyor ama bunu çıplak kalmak için değil Türk Milli Takımı forması giymek için yapmış. Ne gerek var. Forma giymek bir duruştur ama bu biraz ‘tribünlere oynamak’ oluyor. Zira konser sonunda kendisine atılan Galatasaray atkısını önce havaya kaldıran Bon Jovi, seyirciden yuh sesleri yükselince atkıyı aceleyle geri atıyor, “Neme lazım” der gibi. Kim bilir neler geçti aklından. Formayı giydikten sonra bir Pretty Woman patlatıyor. Bir ara sesi Axl Rose’muşçasına çıkıyor. Start Me Up söylüyor, Mick Jagger taklidi yaparak. Seyirciye dokunmak olsun, ‘haydi elleri göreyim’ olsun, şarkı bittikten sonra doyamayıp nakaratı bir daha çalmak olsun, olabilecek tüm konser klişeleri mevcut. Konser yaklaşık üç saat sürüyor, 23 şarkı çalınıyor
Adamlar 50’lerine gelmelerine rağmen sahnede çok iyiler. Bon Jovi sadece birkaç şarkıda, ‘tıknefes’, Richie Sambora ise gecenin yıldızı. Kovboy şapkaları her şarkıda değişiyor, Bon Jovi’yle ayaklı mikrofona yaklaşıp şarkı söylüyor, çift saplı gitarını çalıyor. Biste beş şarkı çalıyor ekip. Kapanış ‘Always’le yapılıyor. Keşke ‘Livin’ On A Prayer’la yapılsaydı, zirvede bıraksaydık. Stadyum, söylendiği gibi hızlı boşalıyormuş hakikaten. 10 dakikada herkes dışarıda. Ama otopark, metro nerede, taksi var mı? Herkes nereye gittiğini bilmeden yürüyor, merdiven iniyor, asansör bekliyor. Yine de yüzlerde bir efsaneyi canlı dinlemiş olmanın memnun ifadesi, gözlerde “Bu gece rahat uyuyacağım” bakışı var.
Elif Türkölmez
Radikal Hayat
9 Temmuz 2011
6 Temmuz 2011 Çarşamba
kürtçe rock'ın vatanı yok

Yönetmenler Mehmet Hadi Sümer ve Halil Fırat Yazar Kürtçe rock müzik üzerine bir belgesel çekti. 'Bé Wetan'ın (Vatansız) gösterim için desteğe ihtiyacı var
Kürtçe rock müziğin, kökeni neye dayanıyor, dalları nereye uzanıyor?
Halil Fırat Yazar: Koma Wetan bir şarkısında diyor ki; ‘Tu bayê sar çi digeri/ Mîna hespa bê gemuzî’... (Sen ey soğuk rüzgar ne geziyorsun, gem vurulmaz bir at gibi…) Kürtçe rock dediğimizde dal-kök gibi durağan bir formda değil de, o gem vurulmaz rüzgar ile tanımlamak ruhuna daha uygun olacaktır sanıyorum. John Lennon’ın da, Flitê Quto’nun da saçlarını dalgalandırmış bir rüzgar.
Belgeselin adı neden ‘Bé Wetan’?
Mehmet Hadi Sümer: İlk Kürt rock grubunun adı Koma Wetan (Grup Vatan) ama grup üyeleri ne bu grubu kurduklarında ne de bu adı aldıklarında vatanlarını görmüşlerdi! Kafkaslarda, ailelerinin sürgünlüğü ve kaçışlarının devamı olarak zaten vatansızdılar. Sadece Kürt rock müziği değil, Kürt müziğinin ana unsuru olarak vatan söyleminin şekillendiricisinin ‘vatansızlık’ olduğunu anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Kürtçe şarkıların sözlerini deşifre ettiğinizde görüyorsunuz ki sevgiliye yapılan güzellemeler bile vatanla özdeşleştiriliyor, ama ortada ezbere bildiğiniz anlamıyla bir ‘vatan’ yok. Belgeselde de müzisyenler kendilerini anlatırken aslında ‘vatansızlıklarını’ anlatıyorlar.
Koma Wetan sizin bu belgeseli çekmeniz için en önemli motivasyon oldu sanırım?
HFY: Evet tabii. Koma Wetan’ı inceleyin, baştan sona ‘delilik’. Çünkü, bu ülkenin koca koca adamlarının oturup, ciddi ciddi bing-bang’ı tartışır gibi, ‘kart-kurt’ teorisini üretmeye başladığı yıllar. Ve ‘kart-kurt’tan değil de, Beatles’dan, Qarapetê Xaco’dan etkilenmek haddini kendinde bulan üç Kürt bir Ermeni gencinin hikayesidir Koma Wetan. Bu aynı zamanda sanatın etkisinin, saltanatların gücünü zaman içinde nasıl komik hale düşürdüğünü içinde barındıran bir gerçektir. Ve daha ilginç olan ise, bu grup kurucusu ve vokalisti Kerem Gerdenzerî 60 yaşına gelene kadar ülkesini görmeden yazdı o kadar şarkıyı. Baştan sona merak yaratan bir grup.
Başka hangi topluluklar var?
MHS: Koma Wetan’la başlayan Kürt rock müziğinin yolculuğu, yine kendi doğdukları topraklardan uzakta Adana’da MKM’de müziğe başlayan Koma Rewşen’e, çıkardıkları iki albümlerini de evde kendi imkânlarıyla basan yeraltı grubu Siya Şevê’ye ve Hakkâri’de ‘sıfır noktasındaki’ ilk Kürt heavy metal grubu olan Ferec’e kadar uzanıyor.
Koma Wetan ekibi belgeselde “Biz bu müziği yapmaya başladığımızda ne Rammstein’ı ne Metallica’yı tanıyorduk. Çalmaya başladıktan çok sonra tanıdık onları” diyor. Kürtçe rock’ın özgünlüğü nerede?
HFY: Sanatta doğal duygu çakışmaları normal bir durum. Belki şu anda bile dünyanın iki ayrı kıtasında, iki ayrı müzisyen, aynı gökyüzünün yıldızlarına bakıp yazıyordur şarkılarını. Kaldı ki metal müzik Rammstein ya da Iron Maiden vs. isimleriyle bir aidiyet kazanmış olsa da, bu isimlerden çok zamanlar önce bile bir uçurumun dibinde yankılanan rüzgarın ıslık sesi, o türü ortaya çıkarmıştı. Kürtçe rock’ta politik kimlik ön plandadır. Rock’n’roll 2. Dünya Savaşı sonrası anti militarist bir kimlikle doğdu. Kürt rock müziği ise kapitalizmin kışında, o ruhu kalbinin serasında yeşertiyor.
Sözlerde hangi tema işleniyor?
MHS: Kürt rock müziği diğer Kürt müzik gruplarına göre daha ideolojik ve politik bir çizgide duruyor. Biçim ve içerik birbirini besliyor ve sözler Kürt müziğinde alışık olduğumuz ‘lê lê ve lo lo’ lardan daha farklı oluyor. Koma Rewşen ‘Zagros’ adlı şarkısında dağları ima ederek ‘Zagros, bu baharda çocuklarını doyurdu’ derken, Ferec ‘Helikopter’ şarkısında 80 darbesini eleştiriyor.
Siz ne dinleyerek büyüdünüz?
MHS: Ailelerimiz gibi Aram Tigran, Xarapet Xaco, Arif Cizrawi gibi Kürt klasik müziğinin ustalarını, dengbejleri dinleyerek büyüdük, hâlâ da dinliyoruz. Ama hepimizin hayatında bir dönüm noktası olarak Koma Wetan’ı dinlemenin öncesi ve sonrası vardır. Dünyanın Beatles’la tanışması neyse Kürdün Wetan’la tanışması müzikal anlamda odur. Eski kuşaklar geleneksel motiflerde daha ısrarcılar tabii ama Kürt modernizasyonu sadece siyasal ve sosyal olarak değil, aynı zamanda kültürel olarak da şekilleniyor. Kürtçe rock popüler değil ama şu anki Kürt rock gruplarının popülarite kaygılarının olduğunu sanmıyorum.
Kürtler için popüler müzik nedir?
MHS: Kürtler için popüler müzik türünün ne olduğunu Kürtlerin bir araya geldiklerinde, alanlarda sokaklarda hangi türküleri bir ağızdan söylediklerinden anlayabilirsiniz. Müzik ile olan ilişkimiz ise malum kapı gıcırtısına bile halaya duran bir halkız. Duygu aktarımında edebiyattaki açığımızı müzikle kapatıyoruz, belki de bu sebepten Türk halkı bizi anlamıyor, çünkü dilimizi bilmiyorlar. Albüm almaya hâlâ çekiniyoruz sanırım, çünkü yasaklı zamanlardaki sakladığımız Kürtçe kasetlerimizin bir kısmı hâlâ toprağın altında duruyor, yeni albümlerde ‘bilinmeyen dil’ vasfına rağmen TRT gibi bir kurum tarafından bile telifsiz olarak kullanılıyor; herhalde TRT6 da para vermemek için bizim gibi internetten indiriyor.
Bir gün Türk müzik kanallarında ‘Kürtçe rock’ dinleyebilecek miyiz?
MHS: Türk müzik kanallarında Türkçe rock bile çok fazla kendine yer bulamıyorken Kürtçe rock dinlemek ne kadar gerçekçi siz karar verin. Çünkü hangi müziğin ne kadar dinleneceğini piyasa belirliyor. Piyasa olmuşsanız, apolitikseniz, magazinelseniz, popüler bir iş yapıyorsanız sonuna kadar kapılar size açık. Misal, bir bakın Anadolu rock gruplarından hangisine denk gelebiliyorsunuz müzik kanallarında? Türkçe sözlü Batı müziğidir tüm gün dinlettikleri, şimdi kaldı ki Kürt rock müzik gruplarına sahne verecekler? Yanında iki de bira satamıyorsa mümkün değil dediğiniz. İlle de olacaksa, Kürtlerin kendi müzik kanallarını serbestçe kurup kendi müziklerini serbestçe dinlemeleri daha makbuldür.
Belgeselden ilginç bir hikâyeniz var mıdır anlatabileceğiniz?
HFY: Adana’da Koma Rewşen ile söyleşi esnasında, arabesk üzerine hararetle konuşurken, dışarıdan aniden bağlama ile arabesk müzik çalınması oldukça ironik olmuştu bizim için.
Bé Wetan ne zaman gösterilecek?
HFY: İlk olarak Diyarbakır’da, Cegerxwin Kültür Merkezi’nin düzenlediği ‘FilmAmed’ günleri kapsamında gösterildi. Büyük bir ilgi gördü. Filmi bölgede sivil itaatsizlik eylemi olarak kurulan Demokratik Çözüm çadırlarında gösterecektik ki polis çadırları bir gecede yerle bir etti. Biz yine de önce bölgede altyazısız, kendi diliyle anlayanlara göstermek istiyoruz. Sonra, eğer sinema salonu bulursak göstereceğiz. Son olarak da filmi izlemek isteyenler için de internette paylaşacağız tabii ki.
Bundan sonraki projeleriniz neler?
HFY: Şu an bir kısa film üzerinde çalışıyoruz. Öyküyü bitirdik. Senaryoya geçeceğiz. Bu yaz çekmeyi öngörüyoruz.
one love 2011

Festival var dediler, geldik
AKM'nin önünden kalkan ücretsiz servise son anda yetişiyorum. Üstünde ne yazdığına bile bakmadığımdan şoföre bir sorayım diyorum ama gerek kalmıyor: İçersi Ray Ban gözlüklü, 'sevdiğim müzik grubu' baskılı tişörtlü 30'lu yaşlarında kadın ve erkeklerle dolu.
Efes Pilsen One Love Festival’in bu yıl onuncusu yapılıyor. Manu Chao’dan Chumbawamba’ya, Morissey’den, Beastie Boys’a pek çok iyi ismi Parkorman’a getiren One Love’cılar, bu yıl Happy Mondays, Manic Street Preachers, Suede gibi efsaneleri Santralistanbul’a getirdi.
Festivalin ilk günü, ana sahnede önce 123, Büyük Ev Ablukada ve Nneka görünüyor. Üçünün de performansı çok iyi ama ‘arada kaynıyor’. Ben Nneka’yı duymaya çalışırken, “Bu kadın keşke Caz Festivali’nde çıksaydı” diyen birini duyuyorum. İyi tespit. Çünkü Nneka’nın mırıldanmaları mekana yerleşmeye çalışan festivalcilerin ilgisini çekmiyor.
Happy Mondays tam vaktinde sahnede. Shaun Ryder kafasında kasket, üstünde göbeğini saklayamayan siyah bir gömlek, birasından büyük yudumlar alarak takılıyor. Bir elinde sigara, mikrofonu üç parmağıyla tutuyor. Gümüş bilekliği, dövmeleri, kirli sakalıyla gerçekten sahnede ‘dolanıyor’. Mark ‘Bez’ Berry’nin yokluğunu aratmayan bir ekip sahne önünde ‘Bez’ dansı yapıyor. Happy Mondays ortamın aksine ağırkanlı, ölçülü, olgun. Onlar sahnede ‘24 Hour Party People’, biz çimenlerde ‘Festival var dediler, geldik’.
Bu arada festivalin en ilgi gören yeri ‘fotoğraf kabini’ (bir süre sonra bozuldu), en rahat alanıysa oyun minderleri. Yemek ve içki pahalı (Bira 7 TL, köfte ekmek 10 TL), görevliler inanılmaz sabırlı. Tuvaletler şaşırtmıyor. Dönüş yolu fena. Taksiler kısa mesafe almıyor, servis yetmiyor.
Dokuz buçukta Manic Street Preachers sahnede. Başlar başlamaz tüm gün yorulan seyirciyi kendisine getirecek, kendisinden geçirecek, bir enerji yayıyorlar. Dinleyici, Ocean Sprey gibi hit şarkılarına da Postcards From A Young Man gibi yeni albümden şarkılara da eşlik ediyor. Manics, konserlerde hep iyidir hatta, ‘Stay Beautiful’ gibi ‘gaz’ şarkılarını konserlerde çalmayı çok sevdiklerini, çünkü binlerce kişinin aynı anda ‘fuck off’ diye bağırmasının harika bir şey olduğunu filan söylerler.
Reaksiyona inanırlar, insanın gözünün içine bakarlar. Yanıltmadılar, önceki gece Santralistanbul’da binlerce insanın ağzını açık bıraktılar, tüylerini diken diken ettiler. Benim ağzımı esas açık bırakan ansa, James Dean Bradfeld, “Its not enough, not enough, not enough” diye bağırırken, Babylon sahnesi önünde Morissey şarkılarıyla dans eden iki kadındı. “Manics sevmem” diyen duydum ama böylesini ilk kez gördüm.
2 Temmuz 2011 Cumartesi
'Orman'ımız yandı
Hakan Orman'ı; memleketin en iyi yürekli, kafası açık, dost müzik adamını kaybettik. Hakan'ın ardından, Karga'nın Tayfun'u, bir yazı yazdı, çok da güzel yazdı. Bana, gazeteye basmam için ilk gönderdiğinde ağlayarak okudum. Sonra yazıyı sayfaya attım ve ertesi gün işe gitmedim. Yani yazının başında değildim. Kısaltmışlar, baltalarla... Neyse internette yazının tamamı var, ben bir de buraya aldım. Tayfun'un ilk gönderdiği haliyle, tashih bile yapmadım, Hakan'a yakışmazdı, biraz dağınık kalsındı. Huzur içinde yat Hakan, seni özlüyoruz.
Orman'ımız yandı
Tayfun Polat
Hakan Orman’ı, geçirdiği trafik kazasının ardından kaybettik. Memlekette kendi müziğini yapan, yapmak isteyen, bağımsız kalmak isteyen müzisyenler, bu kaybın büyüklüğünü çok daha iyi biliyorlar. Çünkü hemen hepsinin yolu Hakan’la kesişmiştir bir yerlerde ve Hakan’ı tanıyanlar bu kaybı daha iyi anlayabiliriler. Ama sadece bu da değil. Hakan, müzik piyasamızda dürüstlüğü, samimiyeti, alçak gönüllüğü ve bilgisiyle en önemli isimlerinden biriydi. Bence en önemlisi.
‘90’ların sonunda Piya isimli bir barın müzik direktörlüğünü yaparken tanışmıştık. Piya, kısa zamanda müzikal seçkisi ve duruşuyla Beyoğlu’ndaki yüzlerce mekân arasından sıyrıldı. Derdi sadece müzik olanların buluşma yeri olarak. Hakan’la da en çok müzik konuşurduk zaten. Söz konusu müzik olunca, saatlerce konuşurdu. Ardından Piya kapandı, işler güçler derken irtibatımız kesildi bir süre. Bir karşılaşmamızda “Şahika’dayım, mutlak gel,” dedi. Hiç gidemedim Şahika’ya. Bilmiyorum. Ama herhalde bir tek ben bilmiyorum. Çünkü Şahika da zamanının en önemli mekânlarından oldu.
'Cip mi alalım, albüm çıkaralım'
Peyote’nin Nevizade’ye taşınmasıyla Hakan da Peyote ailesine katıldı. Ki bence mükemmel bir buluşma oldu bu. Hakan’da kendini buldu, Peyote de. Burada sanırım Peyote’yi anlatmak gerekmez, İstanbul’un en önemli eğlence mekânlarından biri. Ama Peyote’nin önemi, canlı sahnesiyle kat be kat arttı. Kendi müziğini yapan grupların, hele daha yenilerse, sahne alabileceği yerlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Peyote, sadece bu gruplara destek vererek, İstanbul’un gece hayatına yeni bir dinamik getirdi. Canlı müziği, cover gruplarının elinden aldı. Ve şimdi, trend buraya dönmüşken, Hakan’ın Peyote’deki varlığının değeri daha da ortaya çıkıyor. Eski Peyote’de de canlı müzik vardı, ama alt katında çalan müzik, terasında çalan müzik, bir de orta kattaki konserler derken, Peyote, Peyote oldu. Hakan’ın Peyote’den bahsederken bir kere bile “ben” dediğini bilmem. 'Biz' idi onun öznesi. Bu “biz”, sadece Peyote ailesinin ferdlerini ifade etmiyordu. Başlı başına bir duruştu “biz”in içini dolduran. Hakan’ın (Peyote’nin) samimiyetine, müziğinin niteliğine inanmadığı herhangi bir grup / müzisyen, ağzıyla kuş tutsa, Peyote’de çalamazdı. Müziği, Peyote’de de çalınmazdı.
Gel zaman, git zaman, Peyote –haklı olarak- aldı yürüdü. Yeni bir seviyeye geçti. Peyote Müzik olarak albümler çıkartmaya başladı. “Çok şükür para kazanıyoruz Tayfuncuğum, n’apalım, cip mi alalım? Albüm çıkartıyoruz işte,” diye anlatmıştı süreci. Tabii ki bu kadar basit değil. Ama Hakan, yaptıklarını anlatma ihtiyacı duymazdı. Sonuçta çoğu ellerinde büyümüş, müzikleri Peyote’de çala çala evrilmiş, gelişmiş, desteklenmiş grupların albümlerini çıkartmaya başladılar. Daha yolun da başındalar. Ama Proudpilot, Sakareller, DDR ve Ricochet, ilk albümlerini Peyote ile yapabilmiş oldular. Ayrıca, Replikas ve Nekropsi gibi iki büyük müzik grubumuz da, nihayetinde bir sürü seçenekleri varken, son albümlerini Peyote’den çıkartmayı seçtiler. Daha da gerisi gelecek. Albümler satıyor mu? Önemli mi? Önemli olan, bu albümleri Peyote’nin çıkartmış olmasıydı Hakan’a göre. (Tabii ki, o “bizim için..” diye kurmuştu cümleyi.)
Bir Cuma gecesi, Piya’yı kapatıp sevdiği insanların düğününe barı taşıyacak, gecenin hasılatını da geline takacak kadar eli açıktı. “Bu çalan ne?” diye sorulduğunda çıkarıp CD’yi hediye edecek kadar paylaşımcıydı. Kahvaltı etmeyi severdi, yemek pişirmeyi, rakısının yanında ekşi yeşil elmayı. “Resim yaparken rahatlıyorum,” derdi. Ama en çok, kabinin başına geçip müzik çalmayı severdi. Bana çoğu zaman zul gelir DJ’lik. Onun kendini en iyi hissettiği yerdi kabin. Nereden bulur çıkarırdı o grupları, o müzikleri? Ne çok öğrendik, ne çok dinledik sonra. Peyote dışında bir mekânda çalacağı zaman setine “Düşler Hayaller Masallar” adını verirdi. Ne güzel isim. Bir de müzikal düsturunu ifade eden “İletişimin samimî ve dürüst tınılarıyla donanmış her müzik kendi varlığını, insanların yaşanmış ve olgun ruhlarında anlamlandırır. Nitelik, müziğin ruhudur,” sözü var. Üstüne konuşacak başka bir şey kalmıyor zaten.
Hakan, dokunmayı severdi. Eliyle, koluyla konuşurdu. Sırtını sıvazlardı, yanağını okşardı insanların. Konuşma biraz hararetlensin, tartışmaya dönsün, elini karşısındakinin göğsüne koyar, okşardı. Sakinleştirirdi herkesi. Dokunduğu herkes hatırlayacak onu. Basit bir hata, küçücük bağımsız müzik alemimizin en büyük yangınını çıkarttı. Orman yandı.
gram: bira patates müzik lodos

Seni Görmem İmkansız ve Toz ve Toz'dan tanıdığımız Gaye Su Akyol, Kadıköy'ün bira-patates ve muhabbet yapmaya, iyi müzik dinleyip kafayı toplamaya, içip dağıtıp kendini lodosa vurmaya en uygun mekanı Gram'ı anlatıyor:
bence Kadıköy:
Kadıköy'ün yerel bir havası vardır. Kıta değiştirdiğinizi gerçekten de hissettirir. Hiçbir zaman bir eğlence üssü olmamıştır, öyle bir iddiası da yoktur, ancak asla es geçemezsiniz. Çünkü buranın kendine ait bir müziği, kitlesi, dengesi vardır. Yıllar boyu pek çok müzisyene, ressama, altkültüre kucak açmıştır, buluşma noktası olmuştur.
Şimdilerde adı daha da sık duyulur olmaya başladı. Bunun nedeni Kadife Sokak'ta son birkaç yıl içinde kimlik değiştiren mekan algısı ve çok daha performans - sanat - sanatçı odaklı işlerin yapılır oluşu. 90'larda çocuk olanlar, şimdi o kapısından geçtikleri mekanlarda nüfuz sahibiler.
Herkesin birbirini tanıdığı, birbirinin yaptığı işlerden haberdar olduğu bir sokaktan bahsediyoruz Kadife Sokak deyince.
Gram'a gelecek olursak:
Mottomuz; "müzik, sergi, sevgi, konser, performans, ambiyans, mutluluk, içki, yemek"
Biz bir galeri değiliz, konser alanı da değiliz. Belki hepsiyiz ve hiçbiriyiz. Biz daha çok sokaktan ve onun yarattıklarından beslenen, sanatı piyasalaştıran algıdan uzak bir "oluş" yaratmanın derdindeyiz. Burası bir nevi açık sanat alanı.
Doğma büyüme Kadıköy'lü ve müziğin, plastik sanatların içinde olan kişiler olarak Can Tan ve ben de yıllardır tanıdığımız arkadaşlarımızla, dostlarla ve bu mekan vasıtasıyla tanıştığımız, üreten insanlarla birlikte Gram'ı oluşturuyoruz.
Sevdiğimiz, takip ettiğimiz gruplara, müzisyenlere, ressamlara, performanslara yer vermeye çalışıyoruz. İnsanların, kendilerini rahat hissettiği, iyi müzik dinlediği, iyi resimler, fotoğraflar gördüğü, dilerse üretebildiği kısacası "gerçekten iyi hissettiği" bir alan yaratmanın peşindeyiz.
kimler gelir, ne yapar?
Gram'da çok sevdiğiniz müzik gruplarının üyelerini, ressamları, fotoğrafçıları, üreten, yaratan, yazan, çizen, boyayan insanları görürsünüz. Kadıköy'ü gerçekten yaşayan, buraya ait olan insanları görürsünüz. Çok sevdiğiniz dj'leri dinlersiniz. Sürpriz performanslara tanık olursunuz. Aynı mekanda isterseniz üst kata çıkar sergi gezersiniz, isterseniz sadece çalan dj'i dinlersiniz, eğer gününe denk gelmişseniz bir de üstüne konsere şahit olursunuz.
bu da bizim bu sezonki basın bültenimiz:
Kadıköy'de geçen sezon 6:45 gram'la başlayan gelenek, yeni mekanda devam ediyor
Gram'da düşünsel üretim, sergi, canlı performans ve eğlenceye davet
Gram, Kadıköy Kadife Sokak'ta 13 Kasım Cumartesi günü kapılarını açılıyor! Geçtiğimiz yıl "müzik, sergi, sevgi, konser, performans, ambiyans, mutluluk, içki, yemek" mottosuyla açılan; yedi ay gibi kısa bir sürede pek çok konsere, sergiye ev sahipliği yaparak yüzlerce konuk ağırlayan ve vaatlerinin hakkını vererek genişleyen Kadıköy mekanı, bu yıldan başlayarak "Gram" adıyla, üç katlı yeni yerinde! Farklı disiplinlerden isimlerin 'Gram' çatısında bir araya gelerek üreteceği işlerden oluşan 'Birlikspor' başlıklı sergiyle mekan sezona merhaba diyecek.
Bir eğlence mekanı olmakla beraber müzik, görsel sanatlar, güncel sanat ve disiplinlerarası etkinliklere yer vererek, güncel sanat yaratımına da ev sahipliği yapan olan Gram, 'Kadıköy Barlar Sokağı' olarak bilinen Kadife Sokak'ta 13 Kasım'da 'Birlikspor' başlıklı sergiyle açılıyor. Geçtiğimiz sezon eski mekanı 6:45 gram'da temelleri atılan ve kısa sürede aralarında Türkiye yaratım arenasınının önemli isimlerinin de yer aldığı eylemlerle duruşunu sağlamlaştıran mekan, bu kez sergi ve konser için ayrılmış özel bölümleriyle, üç katlı yeni binasında önemli bir buluşma noktası olarak yoluna devam edecek.
Geçtiğimiz yıl gerek Kadıköy, gerek İstanbul için, eğlencede olduğu kadar sanat ve düşünce alanında da özel bir seçenek oluşturan 6:45 gram, yüzlerce kişiyi, sıradışı sanat ve düşünce eylemlerini buluşturmuştu. Sezon içinde, karma da dahil yedi farklı konseptte sergi, onlarca konser ve dj set yapıldı. Ve Gram, yeni yerinin açılışında da She Past Away konseri ve 'Birlikspor' başlıklı sergiyle açılarak, çizgisini sürdürecek. Mekan, bu sezonda da, sanat üretimine gene sanat piyasasının dışında, geniş bir bakış açısıyla yaklaşacak ve yeni oluşumların, farklı yorumların günümüz enerjisine ve sokağın sesine kulak verecek.
Mekanla birlikte açılışı yapılacak olan 'Birlikspor' sergisine Cengiz Üstün, Cins, Ece Kalabak, Gamze Özer, Gaye Su Akyol, Göksu Gül, Kaan Sezyum katılıyorlar. Serginin en önemli özelliği, katılımcı sanatçıların dört gün boyunca Gram'da hazırlanan atölyeyi paylaşıp; birlikte üretecekleri işleri sunacak olmaları. Sergilenecek yapıtların üretim süreci Alper Akçay ve Merve Koyuncu tarafından video kameraya kaydedilecek ve açılışta bu kayıtlardan derlenen görüntüler de gösterilecek. Ardından Türkiye bağımsız müzik arenasının önemli topluluklarından She Past Away konser verecek ve geleneğe uygun olarak özel dj setlerle 'ısınılacak'.
Özetle "Gram tayfası yeni yerinde eylemlerini sürdürmeye devam ediyor"!
GRAM ADRES:
Kadıköy, Kadife Sk. 19/2
TEL: (0216) 336 75 05
"Gram", yeni sezonda, yeni yerinde!
karga

Bu yazıyı, 'Bar adabı' konulu bir yazı hazırlığındayken Karga'nın 'sakin ve derinden' adamı Tayfun Polat'tan istemiştim. Sağolsun her zamanki gibi yedi dakikada filan toparlayıp atmıştı bana. Yazıyı kullanamadık ama bari buradan okuyun. Tayfun Karga'yı anlatıyor...
Geçen gece kabine girmeden önce Karga’nın açıldığı günden beri müzik direktörlüğünü yapan Bahadır (Dilbaz) ile içerdeki kalabalığa bakıyorduk. Bahadır bir tespitte bulundu, “İçerdeki herkes ‘burası ne ayak?’ diye ortamı kesiyor”. Evet, Karga artık popüler oldu. Her gün yeni birleri gelip mekânı kesiyor.
Aslında Karga ile ilk temas önemlidir. İçeri girdiğinde ya karanlık, ya mekânın dokusu, ya çalan müzik, bir şeye takılırsın. Takılır ve kalırsın. 15. yılında Karga’nın yüzlerce müdavimi olmasının sebebi, kapısından girdiklerini yeri sevmeleri.
Tabii 10 yıldır bağımsız bir kültür merkezini (KargART) salt kendi oluşturduğu imkânlarla ayakta tutuyor oluşu, 4 yıldır her ay ücretsiz bir sanat ve yaşam kültürü dergisini (kargamecmua) yayımlıyor oluşu da insanların dikkatini çekiyor. Ve yeni insanlar da geliyor bu bağlantılarla. Ama en çok Karga’nın atmosferine ve müzik seçkisine geliyorlar.
Hiç gelmeyen bir insan için Karga karanlık bir yerdir. Gözün karanlığa alışınca mekânın dokusunu farketmeye başlarsın. Her biri başka yaşanmışlıkları yanında getirmiş aplikler, avizeler, kurnalar, kapılar, değirmen milleri, şömineler… detaylar sarmaya başlar. Çalan müziği ya çok seversin ya hiç sevmezsin.
Kadıköy’ün ağır abileri Karga’da takılmanın bir adabı olduğunu düşünürler. Ama yoktur aslında. Ağırlık Kadıköy’den gelir, Karga’dan değil. Öyle çok dans edilmez, ama Karga aslında herkes dans etsin ister, eğlensin. Haftaiçi belki çok dans ağırlıklı müzik çalmaz ama haftasonunun enerjisi yüksektir.
Karga ile özdeşleşmiş Tom Waits, Nine Inch Nails, Einstrünzende Neubauten, Primus gibi başka mekânlarda azca ama Karga’da her daim çalınanlar listesi olsa da; endüstriyelden, fusion caza, funk’tan alt. country’ye, indie dance’den electronica’ya her tür çalınır. En çok bira içilir ama scotch ve burbon da araya katılır mutlaka.
Karga’da müdavimler kültür, sanat, politika konuşur. Bolca da sokağın gündemini. Zaten müdavimsen, muhabbet edecek birilerini her zaman bulabilirsin. Zaten bu muhabbetlerin yoğunluğu önce KargART’a, sonra kargamecmua’ya altyapı olmuştur. Bu çevre ve muhabbet içeriği ile temeli atılmıştır her ikisinin de. Keza yeni fikirler de içkiye meze olup kıvam bulur. Muhabbet edecek biri yoksa, tek başına saatlerce takılabilirsin. Kimse pek bulaşmaz. Bir şeyler okuyup yazabilirsin. Bir şeyler çizen de çok olur. Ayrıca KargART’ta bir etkinlik varsa çıkıp bakabilirsin.
Kadıköylü bir bar olmanın Kadıköylü olmakla alakası var. Aidiyet duygusu fazladır Kadıköylü barlarda. Farkı da budur aslında.
kim daha 'indie'?

Indie bunun neresinde?
Türk indie müzik piyasası ne kadar bağımsız? Kenara ayırdığı üç kuruşla İMÇ’deki bir müzik şirketinden ancak bir ‘kaset’ bir de ‘imaj’ çıkartabilen hevesli türkücü mü, arkasına İKSV ya da Peyote gibi bir gücü alan ekip mi daha ‘indie’?
‘Indie’, İngilizce ‘independent’ sözcüğünden geliyor. Yani, ‘bağımsız’ demek. Müzik piyasasında ‘indie’ dendi mi de akla, müziğini herhangi bir plak şirketinden bağımsız olarak icra eden, albümünü, konserini kendi imkanlarıyla kotaran kişi ya da ekibin müziği geliyor. Yani, gelmesi gerekiyor. Bir müzik topluluğu ‘indie’ olmayı seçmişse daha baştan, büyük plak şirketlerinin kendileriyle çalışan sanatçılara dayattığı ve üretilen sanat eserinden epey bağımsız olan, ‘albüm satışı, yoğun konser programı, ana akım medyaya röportaj verme gerekliliği’ gibi dayatmalara başkaldırmış oluyor.
Ancak Türkiye’de son zamanlarda sayıları hızla artan ‘indie’ toplulukların bu özelliklere uyduğunu söylemek çok güç. Gerçi sadece Türkiye’deki müzik piyasasında var olmak için uğraşıp didinenler değil, tüm dünyada bağımsız sanat üretmeye çalışan her sanatçı piyasanın dayatmalarına elbet bir yerde boyun eğmek zorunda kalıyor. Albümünü kendi yapsa, konser için mekanın isteklerine boyun eğiyor. Mekanı halletse, büyük bilet satış şirketiyle çalışıyor filan. Bu plastik sanatlar ya da sinemayla ilgilenen sanatçılar için de geçerli.
İsim verip, anlatmaya çalıştığım durumu tek tek gruplar üzerinden okumaya kalkışmayacağım ama mesela myspace’te ‘indie’ diye aratırsanız pek çok örneğini bulabileceğiniz bu Türk indie ekiplerinin İMÇ’deki küçük bir müzik yapım şirketinden albümü çıkan hevesli bir türkücüden daha ‘indie’ olduğunu kim söylüyor?
Kenara ayırdığı üç kuruşla ancak bir ‘kaset’ bir de ‘imaj’ çıkartabilen türkücü mü, arkasına İKSV ya da Peyote gibi bir gücü alan mı daha ‘indie’? Albümünü bir plak şirketinden çıkarıp 15 TL’ye satan mı, müziğini myspace’ten ücretsiz yayınlayıp konser biletini 40 TL’den satan mı daha indie? Salon, Babylon, Nublu, Peyote gibi bir mekanda ‘indie’ bir ekibi dinlemek için, 10 liraya aldığımız biralar sonra, onlar ne kadar indie? Dinleyici kitlenin hayat tarzından tutun yediğine içtiğine, giydiğine, gittiği mekanlara kadar her şey o kadar tek tip ki, ‘indie bunun neresinde?’ diye sormadan edemiyor insan. Indie ekiplerin yaptıkları müzikler ve şarkı sözleriyse başka bir yazının konusu.
Piyasaya teslim olmamak için aralanan kapılar bizi tam da piyasanın içine iterken eğlence anlayışımızı neyin belirlediği üzerine bir kez daha düşünmemiz gerekiyor. Türkiye’de sadece İstanbul’un Beyoğlu semtindeki bazı klüpler üzerinden dönen bu indie akımını yemiyoruz ve belki de ‘indie müzik Türkiye’de, sadece 90’lı yıllarda demo kasetlerle şöyle bir görünen bir ihtimaldi ve çok güzeldi.’ diyoruz.
Birdirbir.org’da, bağımsız filmler festivali !f İstanbul’un ‘açılıma devam’ sloganıyla duyurduğu ‘gökkuşağı partisi’ ile ilgili zihin açıcı bir makale var. !But Madi Götkuşakları imzasıyla kaleme alınan ‘o duyarlılığı yemiyoruz’ başlıklı yazı, yukarıda anlatmaya çalıştığım müzik piyasasında dönen dolapların sinema, eğlence kısacası kent ve kültür denilince akla gelen her alanda nasıl yeniden dönüşerek ortaya çıktığını çok güzel anlatıyor. Makaleyi okumanızı ve bağımsız diye yutturulmaya çalışılan sanatın aslında ne kadar tek tip ve belirleyici olduğu üzerine düşünmenizi öneririrm.
sevgi anlaşmak değildir

‘Claire Denis Film Müzikleri 1996-2009 / Tindersticks Konseri – Müzik ve Film’ festivalin en ‘kanlı’ programı olacağa benziyor. Denis görüntüden, Tindersticks sesten sustalılarını parlatmış bizi delik deşik etmeye geliyor
“Birinin diğerini anlaması imkansız değilse, mucizedir.” demişti Schlegel. Bunu, ‘kimse beni anlamıyor’ hırçınlığından azade bir edeple, ‘anlam’ın epey kişisel bir deneyim olduğunu ifade etmek için söylemişti. Bir de şuna bakın, “Biz onunla, yan yana duran bir ağaçla bir tavuk gibiyiz. Birbirimizi çok iyi anladığımızı söyleyemeyeceğim ama iyi hissettiğimiz kesin.” Bu sözlerse Fransız sinemasının auteur yönetmenlerinden Claire Denis tarafından İngiliz müzik topluluğu Tindersticks’in solisti Stuart A. Staples için sarfedilmiş. Meali şu: ‘Sevgi anlaşmak değildir’. Hatta daha iyisi: Anlaşmak bazen fena halde tali bir meseledir.
Denis’nin, “Benim görüntülerle onların seslerini evlendirdik” diye açıkladığı ‘Claire Denis sineması ve Tindersticks müziği birlikteliği’ İstanbul Film Festivali’nin en iyi programlarından. ‘Claire Denis Film Müzikleri 1996-2009 / Tindersticks Konseri – Müzik ve Film’ başlığını taşıyan proje kapsamında dünyayı dolaşacak olan Tindersticks, projenin dünya prömiyerini de festival kapsamında gerçekleştiriyor. Yukarıda andığım bu, ‘kalp kalbe karşı’ durumunun 15. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen konserde İngiliz grup, Denis’nin beş filminden görüntüler eşliğinde, filmler için besteledikleri parçaları canlı seslendirecek. Perdede güzeller güzel Beatrice Dalle’ın bal dudaklarından kan damlarken, Staples, yanık yanık söyleyecek mesela: It’s on the inside of me / So don’t try to understand /I get on the inside of you / You can blow all away.
Ayrıca Altın Lale Uluslararası Yarışma Jürisi’nde de yer alan Denis’nin beş filmi de festival kapsamında izleyiciyle buluşacak.
‘Tindersticks ekibi bir yönetmen olsaydı böyle filmler yapardı, Denis müzisyen olsaydı böyle şarkılar okurdu’ diyebileceğimiz kadar birbiriyle hemhal işler üreten bu insanlar için, on beş yıldır tek tartışma konusu ‘nasıl tanıştıkları’ olmuş. Denis bu anı şöyle anlatıyor: ‘Nénette ile Boni’nin senaryosunu yazarken evde sürekli Tindersticks dinliyordum. Yıl 1995’ti ve kaset çalarımda mütemadiyen ilk iki albümleri dönüp duruyordu. Aklıma bir fikir geldi. Çekinerek ve olmayacağını da bilerek, menajerlerini aradım. Acaba, dedim, benim şu filmimde bir şarkılarını kullanabilir miyim? Senaryoyu istedi. Paris’teki Le Bataclan’da konserleri varmış. Davet ettiler, kalktım gittim. Konser o kadar güzeldi ki, etkisinden çıkamadım. Beni kulise aldılar, senaryo elimde titriyordu. Bana çok içten davrandılar ve Stuart bir şarkı vermektense yeni bir şarkı yapmayı teklif etti. Ben de onları çekimlerin sürdüğü Marsilya’ya davet ettim.
Geldiler, ama birbirimizi pek anlamıyoruz. Benim İngilizcem kırık. Dediklerinin yarısını anlamıyorum ama müzikleri içime işliyor. Bir gün Stuart gelip bana dedi ki, “Biz hiç film müziği yapmadık. Film müziği nasıl yapılır bilmiyoruz.” Ona dönüp dedim ki, “Boşver, ben de zaten film yapmayı bilmiyorum.”
Anlattıklarına bakılırsa aslında ne Denis ne de Tindersticks ne yaptığını biliyor. İşlerini plan program dahilinde yapmıyorlar. Biraz rüzgar, biraz da hisli kablel vuku. İlhamı kendi hayatlarından, sokaklardan ve doğadan alıyorlar. Denis, “Ben film çekerken pek ne yaptığımı bilmem. Biri sorsa, şimdi sırada ne var diye ona cevap vermem. Ama hissederim. Hep böyleydi.” diyor.
Denis’nin sineması tıpkı Tindersticks’in müziği gibi şefkatte de şiddette de ifrata kaçmaktan geri durmaz. Tıpkı bir aşık gibi. Mucizeyse, birinin görüntü, birinin sesle sunduğu bu bolluğun nasıl olup da bazen ‘kararında’, hatta ‘az’ göründüğüdür. Kansa kan, kemansa keman, hem bol, hem kıvamında.
Şu anlaşamadıkları tek konu olan tanışma meselesinde Stuart A. Staples’in başka bir hikayesi var. Ama sonunda pes ediyor: “Neyse belki de yanılıyorum. O vakitler kütük gibi içiyordum. Muhtemelen ben yanlış hatırlıyorum.”
Stuart A. Staples kızı ve karısıyla birlikte Paris’e taşınınca arkadaşlıkları daha da pekişmiş. “Bazen kanepelerinde sızıyorum.” diyor Denis. Staples için Denis’nin dostluğu çok önemli. “İyi ki tanışmışım onunla. Bazen ikimize bakıyorum. O zeki bir kedi ben aptal bir köpek. İyi ki tanışmışız, o istediği kadar Le Batalan desin, isterse La Cigale olsun. Tanışmışız ya, önemli olan o.”
Tindersticks: ‘Claire Denis Film Müzikleri 1996-2009’ 11 Nisan 2011 Pazartesi, 21.00, Fulya Sanat Merkezi
Nénette et Boni (Nénette ile Boni), Nişantaşı City’s, 4 Nisan Pazartesi, 11.00
Beyoğlu, 5 Nisan Salı 21.30
Trouble Every Day (Her Gün Başka Bir Bela), Beyoğlu, 9 Nisan Cumartesi, 19.00
Fitaş, 12 Nisan Salı, 11.00
L’intrus (Davetsiz), Beyoğlu, 6 Nisan Çarşamba, 19.00
Fitaş, 7 Nisan Perşembe, 11.00
35 Rhums (35 Tek Rom), Beyoğlu, 7 Nisan Perşembe, 21.30
Fitaş, 8 Nisan Cuma, 13.30
White Material (Beyaz İnsan), Beyoğlu, 8 Nisan Cuma, 21.30
Fitaş, 11 Nisan Pazartesi, 11.00
Elif Türkölmez
Radikal İstanbul Film Festivali Eki Nisan 2011
İmece usulü, güzel müzik: yora

İmece usulü, güzel müzik
Vokal/gitarda Akif Ercihan Yerlioğlu, gitarda Uygar Çehreli, bas gitarda Büşra Yalçınöz, davulda Burak Özkök, vokal/geri vokalde Fundagül İnce, saksafonda Emir Erünsal ve tuşlular/glockenspielde M. Ozan Tekin’den oluşan dev kadro ‘Yora’ bu akşam 22.00’de Bronx Pi’de.
İlk albümlerinin hazırlıklarını sürdüren İstanbul indie sahnesinin önemli temsilcilerinden Yora’ya bağlandım...
Albüm çalışmaları ne aşamada?
Albümle ilgili en net söyleyebileceğimiz şey, kayıtların bitmiş olması. Yani enstrüman, vokal, tef, ortam sesi vb. kaydedecek bir şey kalmadı. Şu anda mix’leri bitmek üzere. Öncelikle şunu söylemek lazım. Bizim için albüm demek birbirini tamamlayan şarkıların birlikteliği demek. Bu plak halinde sunulabilir, rafta duran bir CD olabilir, ya da internetten bir klasör halinde indirilebilir. Bizim için de en çok içimize sinen yanı “iyi kaydedilmiş güzel şarkılar” sunabilmek. Albümü bağımsız kaydettik. Kaset kuşağının çocukları olduğumuz için birçok mecradan insanın katılımıyla daha da güzelleşen bir ürün tutmak istiyoruz elimizde. Bu süreçte işler yolunda gitmezse, internet dünyasında buluşabiliriz herkesle.
Şarkıları yapma süreci nasıl gelişiyor?
Bu zamana kadar birçok şekilde ortaya çıkan şarkılarımız oldu. Akif’in ya da Uygar’ın besteleriyle başlayan süreçler oldu. Stüdyo çalışmalarında grup halinde çıkan şarkılar oldu. Uzun zamandır daha ‘singer-songwriter’ mantığıyla gidiyoruz. Akif yeni bir şarkıyla geliyor, grup olarak düzenlemesine eğiliyoruz. Zaten Ozan tam bir aranjör!
Biraz kalabalık bir ekipsiniz. Zorlukları oluyor mu?
Zorlukları var tabi ki... En başta sahneye sığma sıkıntısı geliyor. Öte yandan kattığı çok şey var. Müzikal zenginlik ve perspektif sağlıyor.
‘Boğaziçili’, ‘Taşodalı’, ‘Peyoteli’ olmak fena bir şey mi, yoksa size başka türlü imkânlar mı veriyor?
Özellikle müzikte bir şeye bir isim verdiğiniz anda onu bir şeylere benzetmeye veya indirgemeye başlıyorsunuz. Saydığınız bütün bu etiketler olumlu-olumsuz yargılar içerebiliyor. O yüzden, bir etiketten yola çıkıp bizimle tanışan insanlar olduğu kadar, yollarımızın hiç kesişmediği insanlar da olabilir. Çok da kötü bir durum değil...
Müziklerini sizinkine benzettiğim ‘Sakin’ Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in müziklerini yaptı. İmkân olsa hangi yönetmenle çalışmak isterdiniz?
Sinemanın bir parçası olmak çok güzel olurdu. Aslında çok verimli bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’de genç sayılabilecek yönetmenler neredeyse kendi sinemalarını oluşturmaya başladı. Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Yeni Sinemacılar oluşumu gibi birçok yönetmenden gelecek yeni hikayeler bizi muhakkak heyecanlandırır!
”Adlarını analım, çok severiz” dediğiniz müzisyenler, ekipler kimler?
Post Dial, Ars Longa, Gözyaşı Çetesi, Seha Can, Erkin Gören, Sakin, 123, Fungu (dağıldı ama olsun)... Hem sevdiğimiz müzikler, hem sevdiğimiz insanlar...
Kendi müziğinizi oluştururken kimlerden, nelerden ilham aldınız?
Müzikten, sinemadan, fotoğraftan, bazı bazı kendi iç dünyamızdan, hatta çocukluğumuzdan... Ama herhalde en çok da milyonlarca uyaran içeren, yaşadığımız şehir İstanbul’dan.
Müzik dışında ne yaparsınız, ne edersiniz?
Hepimiz çalışıyoruz. Hatta bazılarımız bir yandan da okuyor. Kalan zamanı da güzelleştirip paylaşmaya çalışıyoruz işte.
Elif Türkölmez
25.12.2010
Radikal Hayat
urban festival

Kışın tek müzik festivali Urban Festival bugün Refresh the Venue’de!
Lounge FM tarafından ikincisi düzenlenen ve Little Dragon, Faze Action Orchestra, Smoove&Turrell ile Futureboogie DJS’in sahne alacağı Urban Festival, bugün Refresh the Venue’de. Sahnenin sürprizli ekibi Little Dragon’dan Erik Bodin ve Yukimi Nagano’ya bağlandım...
*Müziğinizi nasıl tarif edersiniz?
Fena bir şey… Yaptığımız müzik, dört arkadaşın ve onların daha önce duymadıkları türden seslere özleminin bir karışımı. Kulağımıza yeni bir ses çalınırsa mutlu oluyoruz. Daha net bir tanımla, elektro, soul ve synth’in, organik bir karışımın içinde çözülmüş hali diyelim.
*Şarkıları yaparken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Kısacık bir melodi ya da bir ses, yeni bir şarkının oluşmasında embriyo olabiliyor. Sonra Yukimi (Nagano) bu seslerin üzerine sözler yazar. Çabucak çıkıverir.
*Müzik dışında bir şeylerle ilgileniyor musunuz?
Evet! Hakan, ahşaptan elektroniğe her türlü materyalden bir şeyler inşa etmeyi, Erik koşmayı ve çocuklarıyla birlikte olmayı sever. Fred ve Yukimi yemek pişirmeye bayılır. Bunlar, yapmayı sevdiğimiz şeylerden bir kaçı.
*Yukimi Nagano’ya
Blogunuz Miss Nagano’da vegan olduğunuzu okudum. Nasıl karar verdiniz et tüketmemeye?
Aslında vegan değilim. Zaman zaman et yiyorum. Sanırım, et ve hayvansal ürünlerin belirleyici olmadığı bir hayat tarzıyla ilgileniyorum. Et endüstrisinin hayvanlara davranış şekli utanç verici ve bu etin tadını da hiç olmadığı kadar kötüleştiriyor.
*Yakın gelecekteki planlarınız neler?
Büyük planlarımız var! Halihazırda Gorillaz’ın dünya turunda onlarla birlikteyiz. Ocakta, şubata kadar sürecek bir Amerika turnemiz başlıyor. Yeni albümün hazırlıklarını bitireceğiz. Ama hepsinden önce niyetimiz, İstanbul’a gelip şehre biraz dans ve ateş bırakmak.
Elif Türkölmez
26 kasım 2010
Radikal Hayat
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)