15 Eylül 2011 Perşembe

Gitarist Bilal Karaman'ı muhtelif kulüplerde verdiği nefis konserlerden biliyorduk. Buralı bir cazı mümkün kılan Karaman, Neşet Ertaş ve Theodorakis'e selam çaktığı albümü Bahane ile karşımızda. Karaman'a bağlandım...

Gitar çalmaya ne zaman başladınız?
11 yaşımda abimle beraber eniştemizin hediye ettiği gitarla oynamaya başlamıştık, zamanla çalmasını öğrendik. Dahasonra Metallica dinlemeye başlayarak ilk elektro gitarımızı aldık ve değişim, gelişim süreci hep devam etti.

Gitar ‘harcıâlem’ bir enstrüman. Yeni bir stil ortaya koymak bu anlamda zor olabilir. Sizin özgünlüğünüzün ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Benim bir özgün yanım olduğunu düşünüyorsanız süphesiz bu benim özgün hayat hikayem ve hayata bakışımdandır. Gitar değil trompet de çalsam aynı şekilde yansırdı diye düşünüyorum. Ne yaşarsak onu çalıyoruz. Ben Karsta doğdum, bir müddet İzmir çingene mahallesinde yaşadık, daha sonraİstanbul varoşlarında yaşadık. Etiler’de de oturdum, yurtdışında bambaşka hayatlar da gördüm, yaşadım. Tek bir gün içerisinde Satie, Ümmü Gülsüm, Vicente Amigo, Pat Metheny, Erkan Oğur gibi farklı kültürlerden müzisyenleri dinleyebiliyorum, çünkü hepsinin ortak dili farklı aksanlarla konuştuklarını hissediyorum ve kendime yakın buluyorum. Ayrıca İstanbulda yaşayan, çok kültürlülüğün beşiğinde biri olarak bunlardan beslenmemek mümkün değil, benim birazcık özgün bir tınım varsa bunlardandır.

Stilinizde birbirinden çok farklı ekolleri duyuyoruz...
Gitarı ilk elime aldığımda ‘Samanyolu’ çaldım. Daha sonra sırasıyla şöyle gelişti: Metal, shred-rock gitar, klasik gitar, flamenko, pop, pop-caz, caz, fusion, latin-afro cuban, perdesiz gitar, nu-caz ve makamsal caz, vs. Gitar çalmaya başladığımdan bu yana 20 yıl geçti ve ben hâlâ canım ne çalmak istiyorsa onu çalıyorum. Müziğime kıyafet giydirmenin de çok bir gereği olduğunu düşünmüyorum, gerekli teknikleri yıllar içerisinde öğrendim ve şu an sadece içimden geldiği gibi doğal bir şekilde harmanlıyorum.

Uzun zamandır müzik yapıyorsunuz, önemli isimlerle çalışıyorsunuz ama albüm taze. Albüm yapmak için neden beklediniz?
Türkiyede albüm çıkartmak kolay iş değil. Hele hele sözsüz enstrümantal bir caz albümü yapıyorsanız… Çok emek var bu albümde ve ayrıca finans olarak da hiçbir destek görmedim, çok para harcadım. Yaptığım iş tamamen idealist bir iş ve geri dönüşü kısa vadede olmayacak. Belki bu yüzden beklemişimdir yoksa her konserimiz bir albüm zaten.

Kimlerle çalıştınız?
Albümde çok önemli bir müzisyen var Amerikalı kontrbas sanatçısı Harvie S. Kendisi New York’ta yaşıyor ve Stan Getz, Chet Baker, John Scofield, Kenny Barron, Dexter Gordon, Tony Bennett, Pat Metheny, Michael Brecker, James Brown, Chick Corea gibi çok fazla efsane müzisyenle çalışmış harika bir basçı. Davullarda Polonyalı Monika Bulanda, ve piyanoda Burak Bedikyan eşlik etti. Misafir olarak Humam Al Sayid, İzzet Kızıl ve Gürkan Özkan gibi hepsi kendi branşında tanınmış isimler yer aldı. Albümü kemik kadroyla (gitar-piyano-bas-davul) üç saat içerisinde kaydettik. Daha sonra üstüne perküsyon vokal ve keman kayıtları oldu bazı parçalar için. Mix’leri Cem Büyükuzun Mastering’i E.S.T. ile de çalışan Dragan Stanislav yaptı İsvecte. Yaklaşık bir buçuk sene içerisinde raflardaki yerini aldı sonunda geçtiğimiz haziran başında.

Albümde Neşet Ertaş ve Theodorakis’ten yorumlar var. Neden bu iki sanatçı?
Neşet Ertaş en sevdiğim mahalli müzisyenlerden. Bana göre kendisi yaşayan en büyük ozanlardan en büyük müzik âşıklarından. Theodorakis de önemli bir besteci. Fakat kendi bestelerin dışında neden birşeyleri yorumlamak istedin diye soracak olursanız eğer, idealist bir yaklaşımla bu halk şarkılarına modern bir yorum getirmek istedim ve gençleri bu konu üzerinde daha fazla düşünmeye ve çalışmaya yöneltmek için bir motivasyon kaynağı oluşturmak istedim diyebilirim.

Birlikte çalmak istediğiniz isimler var mı?
Vicente Amigo, Buika, Stevie Wonder, Norah Jones, Jack De Johnette, Pat Metheny, Miroslav Vitous, Jan Garbarek, Anouar Brahem… gibi müzisyenlerle beraber güzel işler çıkartabileceğimi düşünüyorum, umarım ileride çalışma fırsatım olur.

Elif Türkölmez
Radikal Hayat

4 Ağustos 2011 Perşembe

enstrümanıma da dokunma, donuma da...

geçen yıl Kanadalı müzisyen Dave Carrol, çok sevdiği gitarını kıran United Airlines için bir şarkı yapmıştı hatırlarsınız. Çok matrak bir işti. Ses getirmişti ve klibi Youtube'da 10 milyon kez izlenmişti. Klip de çok komikti. Carrol asfalta tebeşirle çizdiği gitar resmini seviyor, arkasında United çalışanları uçağın bagajına gitarları atı atıveriyordu. Özetle Carrol, "United gitarları kırıyor" diyordu.
Geçen hafta bizde de benzer bir 'eylem' yapıldı. 'Enstrümanıma dokunma' denildi. Müzisyenler, enstrümanlarının kabine alınmamasına sinirlendi. Ama işte o eylem bana biraz 'antipatik' geldi. Müzisyenlerin enstrümanlarının ne kadar pahalı olduğundan filan bahsetmeleri canımı sıktı. Carrol, "O benim canım" diyordu, bunların yaptığıysa 'sanatçı kaprisi' gibi. Ben de Pegasus'a, alt tarafı üç beş tane donum fazla geldi diye 15 lira ekstra bagaj parası verdim mesela geçen hafta. Hemen bir 'donuma dokunma' eylemi yapacağım. Bu eylem bana biraz 'olmamış' gibi geldi. Sanatçının enstrümanına güzelleme yapması, Haluk Bilginer'in tiyatronun ne kadar şahane bir şey olduğunu, ne kadar kutsal bir iş yaptığını anlatıp durması gibi birşey. Yaşasın basit enstrüman, ucuz enstrüman. Enstrümanlarını tırlarla, özel uçaklarla taşıyan müzisyenlerden bahsetmiyorum bile.

22 Temmuz 2011 Cuma

oynama benle, oynama...

'yıldız tilbe gerçek bir manyak' nokta jipeg koduyla saklanan bir fotoğraf

yıldız tilbe'nin yeni albümü yakında çıkıyor. olayı dıymuşsunuzdur, yıldız tilbe, istanbul caz festivali kapsamında türkiye'de bir konser veren marcus miller'la tanışmış, ona daha önce albümüne almak için izin istediği 'blast' şarkısından uyarlama 'oynama'yı dinletmişti. sevin okyay olayı kulisten şöyle anlatıyor:
Perşembe akşamı kulisin sürpriz ziyaretçisi ise Yıldız Tilbe’ydi. Elinde albümü, masada oturmuş etrafı izliyordu. İlk caz konseriydi, uzun süredir ilk defa bir konser onu böyle heyecanlandırmış. Hülya ile ona “Sing the Truth” ve “Mujeres de Agua / Suyun Kadınları” konserlerini salık verdik, cazın insanı hep heyecanlandırdığını söyledik. “Suyun Kadınları”yla ilgilendi, “Niye ben yokum?” diye sordu. Muhtemelen Javier Limon’un çalıştığı şarkıcılardan oluşan bir gruptur, dedik. Buika’yı severmiş. Sonra onu Marcus Miller’ın yanına çağırdılar. Çünkü Tilbe’nin albümüyle konsere gelme nedeni, bir Marcus Miller bestesi, sanırım “Blast”. Tilbe parçayı çok beğenmiş, İKSV aracılığıyla Miller’dan izin almış. Burada olduğunu duyunca da albümünü getirmiş. Önce ben, sonra Pelin Opcin ona çevirmenlik yaptık. “Bu hanım,” dedim, “Türkiye’nin en iyi şarkıcılarından biri. Bir parçanız için sizden izin istemiş.” Miller, “Ha, sen o muydun?” dedi. Vakıf’tan arayıp durumu bildirmişler, o da kabul etmiş. Memnun olmuş görünüyordu. Tilbe, albümünü ona verdi ve şarkıyı orijinal parçanın üzerine okuyacağını söyledi. Böyle hoş bir müzisyen buluşmasıydı. Albümü de çok merak ettik.

albümü çok merak etmedik, meraktan ölüyoruz. yıldız'ı çok seviyoruz ve blast'ın üzerine yazılmış türkçe sözlerle 'oynama'yı dinleyerek avunuyoruz.

miss pizza'ya çok pis laflar hazırladım

o değil de 'harika avcı pembesi' ruj istiyorum

istanbul caz festivali kapsamında radikal dj'leri çalıyor diye bir bölüm var. matah bir şey değil, üç beş şarkı seçip çalıyorsun. geçen sene 'şimdi' adlı mekânda yapmıştık, güzel de olmuştu. tuğrul eryılmaz rolling stones çalmış, billie holiday çalan sevin okyay'a 'sıkıcı' diye laf atmıştı. ömür, osman, ceyda, cem, eray çalmıştı bir de, asla ne çaldıklarını hatırlamasam da... çünkü ben o sırada dışarda sigara içiyordum, hep, her zaman, daima olduğu gibi. bu sene 'soylulaştırma'dan son nasiplenen bölge olan şişhane'de yapıldı olay. biz de one love'dan çıkıp gittik. güzel başladı her şey. ama sonra... Sonrasını Berrin anlatsın:
Cumartesi gecesi İstanbul Caz Festivali kapsamında, ‘Radikal Yazarları Çalıyor’ başlığı altında biz üç-beş yazar çalmaya gittik Miss Pizza’ya. Söz konusu mekan, dünyanın dört yanından insan ağırlayan, son dönem Taksim’in gururu, pek popüler, pek modern, pek renkli Tünel’de bulunmakta.
Saat 22.00 itibarıyla sevgili Elif Ekinci bize ayrılan küçük köşede İngiltere dolaylarından Caribou ile başladı çalmaya. Ardından Pınar Öğünç, Cezayir’den Tunus’tan esintilerle geldi. Sonra Nazan’dan Kardeş Türküler geldi ve sıra bana geldi.
White Stripes ile başlayıp System of a Down’la devam eden play list’imde sıra Koma Amed’den ‘Hay Nik Na’ya geldiğinde, saat 00.00 itibarıyla bizden sonra çalmaya başlayacak mekanın DJ’i, ben parçanın coşkusuyla DJ kabininden çıkıp dans etmeye başlamışken, bizlere teknik yardım sağlayan gencin yanına geldi. Pis pis bakmaya başladı. Bütün coşkumu tek bir bakışla yerle bir etti. İşte biz bunlara tiran diyoruz…
Tiran gittikten sonra teknik yardımcıya “Ne oldu, bir sorun mu var?” dedim. O da bana “Biz bu dili bilmiyoruz da” dedi. İkinci tiran da hoş geldi. Arapça biliyor muydu bu adamlar, İngilizceyi sular seller gibi biliyor muydular, Fransızca biliyor muydular da sıra Kürtçe’ye geldiğinde müstehzi müstehzi “Biz bu dili bilmiyoruz da” diyebiliyorlardı.
Koma Amed’in aynı parçasını iki sene önce İTEF (İstanbul Edebiyat Festivali) kapsamında Ghetto’da düzenlenen yine bir ‘Yazarlar Çalıyor’ partisinde çaldığımda Kürt arkadaşlar telefonlarıyla yurtdışındaki arkadaşlarına dinletmişler ve “Ghetto gibi bir yerde Kürtçe çalıyor” diye sevinmişlerdi. Sevinçleriyle üzülmüştüm.
Bu sevincin günahını herkesin düşünmesini istediğimden ve elbette ki ‘Hay Nik Na’nın coşkusundan dolayı tekrar çalmak istedim işte şarkıyı. Bu defa üzülmedim ama, bu defa sinirlendim. Sinirlendiğim için de bir sonraki parçayı es geçip bir daha çaldım. İnadına. Zamanımız azaldığı için son parçayı çalmamam istendiği halde hem de. Böylece ne oldu, ‘düzen’ dediğiniz şey iki dakikada bozuluverdi. Bu küçük, bozulan ‘düzen’ örneği, anlayamadığınız, ‘terör’ diye kesip attığınızı da anlamaya yardımcı olacaktır. Hatta biraz zorlarsanız geçen sene Mersin’de sonu ölümle biten ‘Kürtçe müzik çalmadı’ cinayetini de anlayabilirsiniz.
Koma Amed, 1988’de kurulduğunda Kürtçe şarkılarını kayıt edecek stüdyo dahi bulamıyordu. Kanlı yıllar 90’lı yıllarda ellerinde silah değil gitarları vardı.Yaptıkları müziği dağıtmalarına izin yoktu. İzin çıktığında ilk sesleri ‘Kulilka Azadi’ (Özgürlük Çiçeği) oldu. İkinci albümleri ‘Dergûş’, bendeki tek albümleri. Ve artık daha kıymetli.
Bu tiran arkadaşlara ilk iş olarak ‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’ belgeselini izlemelerini tavsiye ediyorum. Son olarak da ‘Hay Nik Na’ tekrarı sebebiyle bir tanecik bile parça çalamayan canım Elif Türkölmez’den özür diliyorum. Elif’ten Esengül, Tüdanya, Yıldız Tilbe ve Amy Winehouse dinleyemedik. Şundan eminim ki o tiranlar Elif’in çalacağı bu dili de bilmiyorlardı. Miss Pizza kitlesinin dilinde yoktur böyle pütürler…

neyse orada çalamadık, iyi ki de çalamadık. ama playlist şöyleydi, güme gitmesin...
bergen/ acıların kadını
ayşe mine/ talih
tüdanya/yaktı gidiyor
esengül/taht kurmuşsun kalbime
harika avcı/sürünüyorum
yıldız tilbe/el adamı
amy winehouse/back to black

'acılı olsun' diyen kadınlara gelecekti, gelemedi. Ama yakında başka bir yerde bağıracağız 'acılı olsun'...

selami şahin romeo&juliet konseri


bizim uğur'la bir selami şahin konseri maceramız var. Bir türlü yazamadım ama çok eğlenmiştik. Tıpkı, Alphaville'in mahallemize gelip, ayağımızda konser vermesi hikâyesini yazamadığım gibi, ama yakındır onu da yazacağım...
Neyse, Selami Şahin Romeo&Juliet'te sahneye çıkacakmış, kaçırmak olmaz. Önce Documentarist'in kapanışını yapıp, Taksim'de muhtelif yerlerde duvarlara yansıtılan belgeselleri izleyip, bira içiyoruz. sonra ertuğrul abi'nin timoni'deki vedasına uğrayıp, romeo&juliet'e geçiyoruz. tabii ki biraları bakkaldan alıp...
millet masalara oturmuş, rakı içiyor, ara sıcaklar, paçanga börekleri, yoğurtlu semizotu salataları filan... biz bahçeye çıkıp çimenlere oturuyoruz. selami şahin biraz geç çıkıyor. özledim, seninle başım dertte, tapılacak kadınsın, sana muhtacım, ben bir tek kadın sevdim, alışmak sevmekten daha zor geliyor, yalan, gözler kalbin aynasıdır, ben sevdalı sen belalı, seni seviyorum derken arapça şarkılar söylemeye oradan da türkçe pop söylemeye başladı. her şarkının hikâyesini anlattı. 'özledim'in hikâyesi nereden baktığınıza bağlı olarak gayet tırt da romantik de gelebilir ama biz uğur'la şarkının yazıldığı kişiyle yan yana durduğumuz için aşırı beğenmiş gibi yaptık. çünkü selami şahin'in 20 yaşında görünen 45 yaşındaki karısı didem şahin gözümüzün içine bakıyordu. abla bir de agresif, korktuk... hikâye şu: selami şahin bir gece eve geç geliyor (anladığımız kadarıyla aslında bir değil iki değil...), didem hanım yastık izi çıkmış yüzüyle "git, nerede sabahladıysan orada uyu" deyip bir sarhoşa asla yapılmaması gereken bir hareket yapıp adamı kovuyor. adam da, selami yani, oracıkta, 'Özledim'i yazıyor. ben olsam duşa filan girerdim, ya da gider içerde uyurdum, insan böyle böyle sanatçı oluyor tabii...
aslında uzun süredir hiç bir konserde bu kadar dans etmemiş, hüzünlenmemiştik. uğur çok dans etti, ben biraz şaşkındım.
bir de bir ara garson bakkal birasını çaktı, 'ama yani ayıp' filan dedi. biz de üste çıktık, 'size ayıp, çok pahalı satıyosunuz' filan dedik. neyse ki işletmecisi iyi bir insanmış, "arkadaşlara bardak getir" dedi garsona, bardağa döküp içtik, kutuyu göstermedik kimseye, adama teşekkür ettik.
çıkışta şu şarkıyı söyleye söyleye yürüdük, iyi ki geldik, dedik.